"GEORGE ORWELL- Hayvan Çiftliği Kitap İncelemesi"

 


George Orwell’ın yazmış olduğu “Hayvan Çiftliği” dünya edebiyatında eleştiri türünün en başarılı yapıtlarından birisidir. Kitabını sade bir dille yazan George Orwell, masalsı bir anlatım sergilemiştir. Kitabın alt başlığı da “Bir Peri Masalı” olarak geçmektedir. Fakat, Orwell masalsı ögeleri kullanmak yerine gerçek olaylardan yola çıkmış ve eleştiri türüne farklı bir boyut kazandırmıştır. 1945 yılında ilk basımı yapılan kitap, 1940’lardaki sosyalizmi ele almaktadır. 

Orwell’ın, kitap kahramanlarını insan olarak değil de hayvan olarak kullanması kitabın daha çok dikkat çekmesini sağlamıştır. Her bir hayvan karakteri aslında her bir insan tiplemesinin örneğidir. Orwell, insan tiplemelerini hayvanlara o kadar iyi uyarlamıştır ki, kitabın sonunda hayvanlar ve insanlar birbirlerinden ayırt edilemez hale gelmiştir. Belki de hayvanlar ve insanlar arasında hiçbir fark yoktur. Önemli olan gücü elinde bulunduran kişinin izlediği yoldur.

Orwell, Stalin yönetimindeki Sovyetler Birliği’ni eleştiren ve sosyalizmin pratikteki ve uygulamadaki farkı ustaca dile getirmiştir. Kitapta hayvanlar “Eşitlik” kavramını kendilerine yol olarak belirleseler de, eşitlikten yoksun bir hayat sürmüşlerdir. İktidarda olma isteği, farklı insan tipleri eşitliğe engel oluşturmuştur. Orwell, sistemin ve karakterlerin adını vermeden keskin bir anlatımla kolayca okuyucuya bu tipleri yansıtmayı başarmıştır.

Bir gün çiftlik çalışanlarının hayvanları beslemeyi unutması, hayvanların kapıyı kırarak yemek yemeye başlaması, bunun üzerine Mr. Jones ve çalışanlarının hayvanları kırbaçlamaya başlamasıyla beklenen gün gelmiştir. Plansız bir şekilde hayvanlar sahiplerine karşı ayaklanmaya başlarlar. 

Hayvanların galibiyetiyle sonuçlanan bu isyan sonucunda insanlar çiftlikten atılır ve çiftliğin adı “Hayvan Çiftliği” olarak değiştirilir. 

Bu çiftlikte yaşayan hayvanların kendilerini sömüren insanlara karşı başkaldırıp çiftliğin yönetimini ele geçirirken amaçları daha eşitlikçi bir toplum oluşturmaktır. Aralarında en akıllıları olduğu düşünülen domuzlardan önder bir grup oluşturulur. Devrimi gerçekleştiren hayvanlar oldukları gibi yolundan saptıracak olan da yine onlar olacaktır. Domuzlardan iki tanesi diğerleri arasında dikkat çekmektedir: Snowball ve Napoleon. İktidara geçmek için mücadele eden bu iki domuzu Sovyet Devriminin liderlerinden Stalin ve Troçki’yle özdeşleştirmek mümkündür. Çiftlik için hayvanlar 7 temel ilke oluştururlar. Bunlar;


  • İki ayak üzerinden yürüyen herkesi düşman göreceksin.
  • Dört ayaküstünde yürüyen ya da kanatları olan herkesi dost bileceksin.
  • Hiçbir hayvan giysi giymeyecek.
  • Hiçbir hayvan yatakta yatmayacak.
  • Hiçbir hayvan içki içmeyecek.
  • Hiçbir hayvan başka bir hayvanı öldürmeyecek.
  • Bütün hayvanlar eşittir.

Kendini yönetenleri sorgulamayan, özgürlüklerini savunamayan, kendi gücünden habersiz yaşayanların özetle aklını kullanamayan hiçbir varlığın özgürlüğünün bir değeri yoktur. 

Özetle; Kitabı gerçekten çok beğendim. Özellikle günümüzdeki medyayı temsil eden karakter domuz Squelar'ın şu sözleri bana çok tanıdık geldi.

"Biz domuzlar düşün emekçisiyiz. Bu çiftliğin tüm yönetim ve düzeninden biz sorumluyuz. Gecemizi gündüzümüze katarak sizin için çalışıyoruz. Bu sütleri sizin uğruna içiyor, bu elmaları sizin uğrunuza yiyoruz. Biz domuzlar görevimizi yeterince yerine getiremezsek ne olur biliyor musunuz? Jones geri gelir. Aranızda jones'ın geri gelmesini isteyen tek bir hayvan yoktur sanırım.”

Mutlaka okunması gereken hiciv dolu bir kitap.
George Orwell - Hayvan Çiftliği
Son Sayfa

"ŞİRO HAMAO - Şeytanın Çırağı Kitap İncelemesi"


Shiro Hamao
Shiro Hamao,  
Şeytanın Çırağı
 Şeytanın Çırağı
iki kısa romanda iki farklı cinayet anlatılmakta. 

Birinci cinayette;

"Şeytanın çırağı" kendini ölümünden sorumlu tutulduğu kadın için eski bir tanıdığına yazdığı mektup ve olayları anlatması ile geçiyor.
İkinci cinayette;
“Onları Öldürdü mü?” isimli kısa roman ise genç bir avukatın herkesçe kabul gören cinayetin üstüne farklı bakış açıları ile ele alması ile oraya çıkan gerçekleri konu edinmekte. “Onları Öldürdü mü?” beni oldukça etkiledi ve hüzünlü bir şekilde bitti. Beklenenden daha farklı bir sonu olması, romanı daha çekici kılmakta.

Arka Kapaktan Alıntı: "Sayın Savcı Tsuchida, bir katil zanlısı olarak burada tutuluyorum. Fakat belki de aslında katil ben değilim. Evet. Belki. Böyle söylemek zorunda kaldığım için üzgünüm.”
Polisiye romanlarına başlamak istiyorsanız ve başlangıç niteliğinde bir eser arıyorsanız, Şeytanın Çırağı'nı mutlaka okumalısınız.

"GEORGE ORWELL - 1984 Kitap İncelemesi"




1984, George Orwell'ın distopik bir toplum tasviri olan klasik eseridir. Kitap, Totaliter bir rejimin hakim olduğu Okyanusya adlı bir ülkede geçmektedir.

Okyanusya’da dört bakanlık kurulmuştur: Barış Bakanlığı savaşın, Gerçek Bakanlığı yalanların, Sevgi Bakanlığı işkencenin, Varlık Bakanlığı yokluğun bakanlığıdır.

Barış Bakanlığı, “Savaş barıştır” prensibiyle bir muhalefet durumunda, kitleleri susturmak ve toplum düzenini sağlamak için bir savaş çıkartmaktadır.

Gerçek Bakanlığı, “Bugünü kontrol etmenin yolu tarihi kontrol etmekten geçer” prensibiyle gerçekler saptırılarak tarih yeniden yazılmaktır. Gazete haberleri liderin istediği söylemde değiştirilmektedir. Bellekler zayıflatılınca, içinde bulunduğumuz an daha önemli olur. Sevgi Bakanlığının işi, nefret üretmektir. Ülkede sevilmesi gereken tek bir kişi vardır: Büyük Birader. Toplum birbirinden nefret etmelidir.

Varlık bakanlığı insanların azla yetinmesini sağlayan bakanlıktır.

Ana karakterimiz Winston Smith, bu rejimin bir memuru olarak hayatını sürdürmektedir.

Ancak, otoritenin sınırlarına meydan okumak ve özgürlüğe olan özlemi, onu devrimci bir tutuma sürükler.

Roman, Orwell'ın kendine özgü dil ve üslubu ile yazılmıştır. Kitapta yer alan kavramlar, çoğu zaman Orwell'ın yaratıcı düş gücünden kaynaklanır. Olay örgüsü ilerledikçe, okuyucular için kafa karıştırıcı hale gelebilen birçok politik ve felsefi kavram ortaya çıkar.

Orwell'ın karanlık ve baskıcı toplum portresi, günümüz dünyasında da hala etkisini göstermektedir. 1984, özellikle totalitarizmin yükselişinin yaşandığı dönemlerde popüler bir kitap olmuştur. Roman, insanların özgürlüklerine olan bağlılıklarının ve toplumsal düzenin sorgulanmasının önemini vurgulamaktadır.

Kitapta yer alan karakterler, okuyucuların üzerinde derin bir etki bırakır. Winston Smith, baskıcı rejimden kaçma arzusu ile okuyucuların ilgisini çeker. Julia ise Winston'a aşkı ve tutkusu ile destek olur. Otoritenin yüzü olan Büyük Birader, kitapta belirsiz bir figür olarak varlığını sürdürür.

Kitapta bahsedilen kontrol mekanizmaları günümüzde gerçekleşti. Gelişen teknoloji yüzünden cep telefonları aracılığıyla kişiler izlenip dinlenebiliyor. Ayrıca Tweeter, Facebook, Instagram, imzalanan kampanyalar, ve mobeseler vasıtasıyla gözetlendiğini bilen toplumun hipnoz edilmesine sebep oluyor.

Yine gerçekleşmekte olan başka bir durum:

Günümüzde telefon mesajlaşmalarında kelimelerin kısaltılması. Bu kısaltmalar devam ederse, düşünceler de sonuç ve an odaklı olacak ve zamanla duygular da yok olacaktır.

"FYODOR DOSTOYEVSKİ - Kumarbaz Kitap İncelemesi"


 

Roman, Rusya'nın batısındaki bir küçük kasabada geçmektedir. Burada yaşayan Rus asilzadelerinden olan General Zagorianski'nin ailesi, kumar tutkusu yüzünden zor durumdadır. General'in üvey kızı Polina, kendisi için çalışan Alexey Ivanovich adlı genç öğretmene aşık olur ve onu kumar oynamaya teşvik eder. Bu oyun, genç öğretmenin hayatını altüst eder ve yavaş yavaş kendisini kumarın tutsağı haline getirir.

Dostoyevski, kumar bağımlılığının insan psikolojisi üzerindeki etkilerini oldukça ustaca işlemiştir.

Romanın başkahramanı Alexey Ivanovich, kumarın verdiği heyecanla kendini kaybeder ve maddi açıdan zor duruma düşer. Bunun yanı sıra, kumarın insanın karakterini nasıl değiştirebileceği de romanın önemli bir temasıdır. Roman, insanın kendi içindeki güçlü arzuların ve tutkuların, aklını ve vicdanını nasıl ele geçirebileceğini de ele almaktadır.

Dostoyevski'nin dili oldukça akıcı ve okuyucuyu içine çeken bir tarzda yazılmıştır. Romanın karakterleri de oldukça gerçekçi ve detaylı bir şekilde ele alınmıştır.

Özellikle Polina, Alexey ve General gibi karakterlerin arasındaki dinamikler, okuyucuyu eserin içine çekmeyi başarır.

Sonuç olarak, "Kumarbaz" kumar bağımlılığına dair gerçekçi bir portre çizen, insan psikolojisi üzerine önemli mesajlar içeren bir başyapıttır. Dostoyevski'nin dilinin akıcılığı ve karakterlerinin gerçekçiliği, okuyucuyu etkilemeyi başarır.

Eğer Dostoyevski'nin diğer eserlerini de seviyorsanız, "Kumarbaz" da kesinlikle okumaya değer bir kitaptır.

"ALEXANDRE DUMAS - Monte Cristo Kontu Kitap İncelemesi"


Monte Cristo Kontu (2 Cilt Takım)
Monte Cristo Kontu bence hayatta adaletsizlikle karşılaşan herkesin hikayesine ilham verebilecek klasik bir şaheserdir.

Romanın merkezinde, genç bir adam olan Edmond Dantès'in trajik hikayesi yer alıyor. Edmond, başarılı bir denizci olarak hayatını idame ettirirken, bir takım yanlış anlamalar ve entrikalar sonucu haksız yere hapse atılıyor. Adaletin yerini bulması için tam 14 yıl boyunca mücadele ediyor. Bu dönemde, bir yandan hapsedildiği ada hapishanesin de acımasız koşullara maruz kalırken, diğer yandan da eski hayatını geride bırakmak zorunda kalıyor.


Ancak, Edmond'un hayatı, bir gün karşısına çıkan esrarengiz bir mahkumla tanışmasıyla değişir. Bu mahkum, Edmond'a unutulmaz bir hazine haritası verir ve Edmond, bu hazineyi bulup zenginleşerek intikamını almaya karar verir. Monte Cristo Kontu olarak yeniden ortaya çıkan Edmond, entrikalar ve yalanlarla dolu bir dünyada hareket ederken, karşısına çıkan herkesi birer birer alt eder.

Alexandre Dumas
Alexandre Dumas , kitapta sadece bir klasik romanın ötesinde bir dünya oluşturuyormuyor. Okurken insanı 19. yüzyıl Fransa'sının zengin kültürel ve sosyal atmosferine götürüyor. İnsanların arasındaki entrikalar, zenginlerin sosyal ayrıcalıkları ve fakirlerin güçsüzlüğü, her bir karakterin benzersiz hikayesiyle harmanlanıyor. Sanki
Monte Cristo Kontu (2 Cilt Takım)
Monte Cristo Kontu
bir kitap gibi değil de, insan doğasının karmaşıklığını anlatan bir ders gibiydi! Not: Kitapta özellikle Napoleon di Buonaparte ile ilişkili bir çok bölüm var. Eğer
Lev Tolstoy
Lev Tolstoy' dan
Savaş ve Barış (2 Cilt Takım)
Savaş ve Barış kitabını okuduysanız; olayları o tarihe giderek daha net özümseyeceğinizi düşünüyorum. İlginç bir şekilde,
Monte Cristo Kontu (2 Cilt Takım)
Monte Cristo Kontu ve
Savaş ve Barış (2 Cilt Takım)
Savaş ve Barış
kitaplarının bağlantılı olduğu hissi uyandı ben de.
Alexandre Dumas
Alexandre Dumas'ın hiç bir karakterin hikayesini atlamaması ve anlattığı her şeyin mutlaka olay örgüsüyle uzaktan veya yakından alakadar olması, - Kitapta yer alan karakterlerin hepsi farklı arka planlara, hedeflere ve çıkarlara sahip - ben de büyük bir hayranlık uyandırdı. Uzun soluklu bir kitap olmasına rağmen, her bir bölümün de daha anlaşılır olması, insanı içine çeken bir atmosfer oluşturmasına neden oluyor. Özellikle de intikam için kullanacağı tüm karakterlerin hikayelerini gizli gizli öğrenmesi ve onların kendi hikayelerini kullanarak intikamını tamamlaması da neydi öyle? Başyapıt! Başyapıt! Başyapıt! Bütün bu nedenlerle, her bir kitap tutkunu veya okumayı seven herkesin bu başyapıtı okumasını tavsiye ederim.

"STEFAN ZWEİG - Yakıcı Sır Kitap İncelemesi"


 

Stefan Zweig'in "Yakıcı Sır" kitabı, insan psikolojisine dair derinlemesine bir bakış sunar. Kitap, hayatları bir sırrın çözülmesi sonrasında değişen bir anne-oğul ilişkisi üzerinden ilerler.

Ana karakterimiz, oğul, annesinin eşini aldattığını öğrenir ve yaşadığı şok ve hayal kırıklığıyla yüzleşmek zorunda kalır. Bu durum, onun kendini değersiz hissetmesine ve annesi hakkındaki duygularında büyük bir değişim yaratır.

Zweig, oğulun iç dünyasına girmemi çok hızlı sağladı ve okurken onun yaşadığı zihinsel çalkantıları, kafa karışıklıklarını ve içsel sorgulamalarını anlamama büyük oranda olanak tanıdı. Oğul, annesinin eşini aldattığını öğrendiğinde, kendini çaresiz ve hayatındaki temel değerleri sorgularken. Bu durum bence, Zweig'in insan doğasındaki zayıflıklar ve sırların açığa çıkması, sonrasında ortaya çıkan sonuçları ustalıkla ele almasıyla ne kadar araştırmacı bir yazar olduğunu bir kez daha kanıtladı bana.

"Yakıcı Sır", Zweig'in öykü anlatma becerilerinin en iyi örneklerinden biri olmasının yanında; Yazarın dili, okurken karakterlerin düşüncelerine, hislerine ve davranışlarına yakından bir bakış atmaya yönlendirir. Kitap, sıradan insanların yaşadığı sırların ortaya çıkması sonrasında hayatlarındaki değişimleri ve sonuçları ele alarak, insan doğasına dair önemli bir perspektif sunar.

Oğulun annesi hakkındaki görüşleri, sorgulamaları ve sonrasındaki değişen davranışları, kısacık bir kitap olmasına rağmen okurken insana bir hayli işliyor.

Sonuç olarak, "Yakıcı Sır" insan doğasının karmaşıklığına dair derinlemesine bir bakış sunan bir edebi eserdir ve bence bu kitap, Zweig'in insan psikolojisi ve edebiyat konusundaki ustalığını kanıtlayan bir başyapıttır.

"FYODOR DOSTOYEVSKİ - Suç ve Ceza Kitap İncelemesi"

 



Önce Karakterleri tanıyalım;

Rodion Romanoviç Raskolnikov


Romanın baş kahramanı Raskolnikov, ortadan biraz uzunca boylu, esmer tenli, ince ve biçimli bir vücuda ve kara gözlere sahip, yakışıklı bir karakterdir. Kendine özgü düşünceleri olan Raskolnikov, Petersburg’da beş katlı bir apartmanın çatı katında, küçük bir dolabı andıran odada yaşamaktadır. Annesinin emekli aylığından gönderdiği parayla ve arkadaşı Razumihin‘in sağladığı çeviri işleriyle geçimini sürdürmektedir. Hukuk öğrencisi olan Raskolnikov ekonomik sıkıntılardan ötürü bir süre önce okulu bırakmak zorunda kalmıştır. Karakterde dikkat çeken bir diğer özellik ise iki farklı kişiliğe sahip olmasıdır. Bazen çok merhametli ve yardım severken bazense acımasız ve ürkütücü olabiliyor.


Alyona İvanovna


Altmış yaşlarında ve varlıklı olan Alyona İvanovna geçimini tefecilikle sağlamaktadır. Üvey kardeşi Lizaveta İvanovna ile birlikte yaşamaktadır. Vasiyetinde tüm servetini bir manastıra bırakmak isterken, kız kardeşi Lizavetaya bir şey bırakmak istemiyor.

Lizaveta İvanovna


35 yaşlarında, oldukça uzun boylu, biçimsiz bir vücuda sahiptir. Sürekli kendisine dayak atan ablası Alyona İvanovna ile birlikte yaşamaktadır. Dikiş dikerek ve temizliğe giderek para kazanan Lizaveta, kazancının hepsini ablasına vermektedir. Dinine düşkün bir kadındır.

Marmeladov


Elli yaşını geçkin olan Marmeladov dokuzuncu dereceden bir memurdur. Orta boylu, tıknaz, saçları kırlaşmış ve ortası dökülmüş olmasına rağmen bakışlarında heyecan ve zeka parıltıları vardır. Alkole oldukça düşkündür. Karısının ölümü üzerine kızı Sonya 14 yaşındayken, Katerina İvanovna ile evleniyor.

Katerina İvanovna


Yüksek rütbeli bir subayın iyi eğitim görmüş kızı olan Katerina İvanovna, otuz yaşlarında gösteren, uzun boylu, endamlı, koyu kumral saçlara sahiptir. Veremden dolayı oldukça zayıftır ve yine veremden dolayı aklını kaçırmak üzeredir. Piyade subayı kocasının ölümü üzerine üç küçük yetimle bir başına kalmış bu kadın, Marmeladov ile evlenmek zorunda kalmıştır.


Sonya Semyonovna


18 yaşlarında, kısa boylu, zayıf ve sevimli bir kızdır. Sarı saçları ve mavi gözleri ilgi çekicidir. Zar zor geçim sağlamakta olan babası Marmeladov ve üvey annesi Katerina İvanovna ile birlikte yaşamaktadır. Veremli üvey annesinin şiddetine ve iğnelemelerine maruz kalan Sonya, evi geçindirebilmek, üç küçük çocuğa bakabilmek için komşuları aracılığıyla fahişeliğe başlar. Fakat bu fahişelik tamamen bedenseldir, ruhu hala temiz ve günahsızdır.

Pulheriya Aleksandrovna


Raskolnikov‘un annesi olan Pulheriya Aleksandrovna, 43 yaşında olmasına rağmen güzel yüzü sayesinde daha genç göstermektedir. Saçları ağarmış ve seyrekleşmeye başlamıştır. Yaşlılık belirtisi olarak gözlerinin çevresinde kırışıklıklar oluşmuş ve yanakları çökmüştür. İlk göz ağrısı Raskolnikov‘a, kızı Dunya‘ya oranla daha düşkündür. Raskolnikov için büyük umutlar beslemektedir.


Avdotya Romanovna


Suç ve Ceza genellikle Dunya olarak geçen Avdotya RomanovnaRaskolnikov‘un kız kardeşidir. Uzun boyu ve kara gözleriyle Raskolnikov‘un kopyasıdır. Dış görünüşüyle kendine güvendiği belli olan Dunya oldukça güzel ve ilgi çekicidir. Svidrigaylov ve karısı Marfa‘nın evinde mürebbiye olarak çalışmaktadır. Kardeşini çok sever ve Raskolnikov için kendisini feda etmeye hazırdır.

Svidrigaylov


Elli yaşlarında, ortadan biraz uzun boylu, iri yarı ve geniş omuzludur. Tek tük akları olan açık sarı saçları ve oldukça gür sakalı kendisini daha genç göstermektedir. Gözleri mavi renkte, bakışları soğuktur. Kumar borcunu kapatması üzerine karısı Marfa Petrovna ile evlenir ve köyde yaşarlar. Gençliğinde kumara ve kadınlara düşkün olan Svidrigaylov, sır dolu bir kişiliktir. Sonya‘ya aşık ve onun için her şeyi göze alabilir.

Pyotr Petroviç Lujin


45 yaşında olan Lujin bakımlı yüzü sayesinde daha genç göstermektedir. 7. dereceden devlet memurudur ve giyimine fazlaca dikkat etmektedir. Koyu renk favorilere, pek az kırlaşmış saçlara, havalı ve itici bir yüze sahiptir. Uzaktan akrabası Marfa Petrovna‘nın tanıştırması üzerine Dunya ile evlenmeyi düşünmektedir. Gelecekte avukatlık bürosu açmayı ve kendi çıkarlarını gözeterek genç nesille dost olmaya çabalamaktadır.

Razumihin


Raskolnikov‘un arkadaşı olan Razumihin dış görünüşü ile dikkat çekici, uzun boylu, zayıf, kapkara saçlı bir delikanlıdır. Neşeli ve saf olmasının yanı sıra oldukça akıllıdır.

Porfiri Petroviç


Sorgu yargıcı olan Porfiri PetroviçRazumihin‘in akrabasıdır. 35 yaşlarında, ortadan biraz kısa boylu, tıknaz ve göbeklidir. Çok kısa kesilmiş saçlara, kocaman ve yuvarlak bir kafaya ve beyaz kirpiklere sahiptir. Bakışlarında canlılık ve alay vardır. Mesleği itibariyle oldukça kuşkucudur.



Fyodor Dostoyevski - Suç ve Ceza
Sayfa-182

Kitap Özeti;

Dört aydır evin kirasını verememişti. Evin sahibi onu mahkemeye verecekti. Uzun süreden beri hasta olmasına rağmen yaşlı Teteri kadının evine gidebilirdi. Daha önceki yüksüğe 1.5 Ruble veren kadın yeni getirdiği saate baktı ve “1.5 Ruble” dedi. Raskonikov kabul etmek zorundaydı çünkü kata çıkana kadar kimseyle karşılaşmamıştı. Yaşlı kadın, kız kardeşi ile beraber kalıyordu evde. Çok zengin olmasına rağmen, kız kardeşi hiç miras bırakmayacaktı. Kız kardeşini çoğu zaman döver, onun her işini takip etmesi gerektiğini düşünürdü.

Raskolnikov 1.5 Rubleyi aldı ve dışarı çıkıp bir meyhaneye gitti. Marmeladov yan masada oturuyor olmasına rağmen taşınıp sohbet etmekten kendini almamıştı. Marmeladov eşini çok seviyordu ve üç çocuğunu da; ama çok içyordu. O kadar ki ailenin geçimi için Sonya fahişelik yapmak zorunda kalmıştı. “Ne kadar fedakar bir kız bu Sonya” diye düşünmekten kendini almamıştı. Raskolnikov Marmeladov ‘un evine gittiklerinde eşi haykırışla onları yumruklamaya başladı. Hep içiyordu ve evdeki 20 Rubleyi götürüp içkiye vermişti. Marmeladov Raskolnikov cebindeki 50 Kapik’i oraya bırakarak uzaklaştı. Eve geldi, yorgundu. Nastasya bir mektup getirdi. Raskolnikov heyecanla okumaya başladı mektubu. Annesinden gelmişti mektup. Annesi kız kardeşi Dunya’dan bahsediyordu. Dunya, Luzhin adında çift memurluğu olan 45 yaşındaki biriyle evlenecekti. Hem Luzhin onların eşyalarıyla beraber Petersbur’ga gelmesi için yardım edecek, gelmelerini sağlayacaktı. Annesi, 60 mil ötedeki tren yoluna gitmek için bir araba ayarladığını, trende ise 3 ncü sınıfta güzel bir yolculuk yaptıktan sonra Petersburg’a gideceklerini ve onu çok özlediğini yazıyordu.

Raskolnikov “Bu evlilik olmayacak” diye düşündü. Dışarı çıktı ve birkaç saat dolaştıktan sonra yorgun düşüp bir yerde uyukladı. Kötü bir rüya gördükten sonra uyandı. Eve gitti. Saat 7’ye yaklaşıyordu. Saat uygundu. Aşağıdaki baltayı alacak kimseye gözükmeden yaşlı tefeci kadının evine gitti. İçeri girerken onu kimse görmemişti. 2 nci katta boya yapan adamlarda onu yukarı çıkarken görmemişlerdi.

Tefeci kadının evine girdi ve ona bir kültablası uzattı. Kadın kültablasına bakarken baltayı kafasına indirmişti. Kadının ölü bedeni yerde yatıyordu. İçeri daldı ve dolaptan sadece rehin verilmiş, birkaç parça altını cebine aldı. Yaşlı kadının kız kardeşiyle içeride karşılaştı. Kızın şaşkın bakışları altında baltayla onu da öldürdü. Doğrusu bir kişinin toplumdaki binlerce kişinin refahı ve mutluluğu için ölmesinin bir zararı yoktu. Üstelik bu tefeci kadın çok kötü biriydi. Kapıda birkaç kişi kapıyı vuruyorlardı. Hiç evden çıkmayan tefeci kadının, çıkacağı tutmuştu. Raskolnikov titriyor, dışarı çıkıp her şeyi itiraf etmek istiyordu ama yapmadı. Dışardakilerden biri kapının içeriden sürgülü olduğunu fark etti. Yaşlı kadına bir şey olduğunun farkına vardılar. İki kişi Kapıcıyı çağırmak için aşağı indi. Bu kaçmak için tam fırsattı, Raskolnikov kapıyı açtı, hızla merdivenlerden inmeye başladı, aşağıdan gürültü gelmeye başlayınca Raskolnikov boyacıların dairesinin kapısının arkasına saklandı ve kapıcı ile üç adam yukarı çıkınca o da dışarı çıkıp değişik bir yoldan eve gitti. Baltayı aldığı yere bıraktı. Çok korkmuştu ve titriyordu. Aldığı mücevherleri ve kıymetli takıları dışarıda bir yerde saklamayı ihmal etmedi.

“2 gün geçti hala uyanmadı” diye düşünüyordu Üniversite arkadaşı Razumikin. Doktor Zozimov hastalığı atıp kendisine geleceğini söylüyordu. Ama Raskolnikov uyanınca arkadaşını ve doktoru isteksiz bir vaziyette evden kovdu ve dışarı gidip bir bara oturdu. Eski gazeteleri okurken yanına gelen bir polis memuru melenkolik ve deli bir ruh haliyle cinayetten bahsedip, üstü kapalı her şeyi anlattı. Korktuğunu, endişelendiğini hiç hissettirmedi.

Ertesi gün eve geldiğinde annesi ve kız kardeşi Dünya’ nın kendisini beklediklerini gördü. Çocuğun halini gören anne şaşkınlıkla titriyordu. Onu ertesi gün bay Luzbinin geleceği görüşmeye çağırırken korkmuştu. Ertesi gün bay Luzbin onları ziyaret etttiğinde, Raskolnikov haklı çıkmanın gururu ile gülüyordu. Bay Luzbin kız kardeşi çok aşağılamış, onların fakir bir aile olduğunu değerlendirerek fazla istekte bulununca evden kovulmuştu. Hemen ardından Raskolnikov “elveda” diyerek evden ayrıldı. İnanamıyordum. Annesi oğlunun bu tavırla doğrusu ağlamaktan başka yapacak bir şeyleri yoktu. Raskolnikov melenkolik halde evi terkederken her nasılsa arkadaşı Ramuskin’e onları emanet etmeyi de ihmal etmemişti.

Bay Marmeledov’un cenazesi için evine gittiğinde Sonya’da oradaydı Sonya’ya karşı inanılmaz bir his içindeydi. Ailesi için Sonya’nın yaptığı fedekarlık onun gözlerini büyülemişti. Birkaç gün boyunca Sonya’yı düşündü ve fırsat buldukça onunla konuşmaya çalışarak geçirdi vaktini.
Polis memuru porifiri Raskolnikov’un (Mihailovis adında genç biri cinayeti işlediğini itiraf etmiş olmasına rağmen) cinayet işlediğini biliyor ve onun psikolojik durumunu bildiği için, itiraf etmesi için onu sıkıştırıyor ama tutuklamayacağını söylüyordu. Cinayeti işlediğini Sonya’ya itiraf etmişti. Sonya’da Raskolnikov’a “gidip teslim olmasını, yere kapanıp Allah’tan ve insanlardan özür dilemesini” istiyordu.

Sonuç olarak Raskolnikov vicdanının verdiği acıya dayanamayıp suçunu polise itiraf etti. 1.5 yıldır Sibirya’daydı Raskolnikov. Petersburg’ a, Razumukin ve kardeşi Dunya evlenmişlerdi. Mahkeme Raskolnikov’un iyi hali, parayı kullanmadığı, daha önceki yaşamında verimli bir üniversite öğrenimi yaptığı, fedakar kişiliği ve kendi kendine teslim olmasından dolayı, çok az bir cezayla 8 yıl kürek mahkumiyetine çarptırıldı. Raskolnikov’u Sonya her gün ziyaret ediyordu. Sibirya da ailesi ile sürekli mektuplaşan Sonya, Ramuzkin ve Dunya’nın tek haber kaynağıydı. Raskolnikov,Sonya’nın sevgisi ile hayata bağlandı ve geleceğin planlarını beraber hayal etmeye başladılar.

Fyodor Dostoyevski - Suç ve Ceza
Sayfa- 521

Özetleyecek olursam;

Zaman zaman okurken kaybolmuş hissettiğim anlar oldu ama eserin çok usta bir şekilde yazılmış olması…

Dostoyevski’nin güçlü kalemi karakterlerin iç dünyasını size öyle güzel açıyor ki, onları anlayabileceğiniz en iyi şekilde anlayabiliyorsunuz. Kitap karakterlerinin yaşadığı her şeyi sanki kendiniz yaşamış gibi derin bir ilgi ve merak duygusu kabarıyor içinizde. Bir sonraki sayfasına geçmek için sabırsızlanıyor, sıkılmadan okuyabiliyorsunuz. İlk başta kitabın hacmi göz korkutuyor fakat okumaya başladıktan bir müddet sonra bu korkuyu tamamen yok ediyorsunuz.

Muhtemelen kitabı daha önce okumaya kalkışmış bazı insanlardan “Çok sıkıcı, hiçbir şey anlamadım, çok uzun bir roman bitirmezsin..” gibi yorumlar duyacaksınız. Bunlardan da korkmadan ilk sayfaya ulaşmak için kitabın kapağını aralayın.

"Bir Yazarın Portresi: Stefan Zweig'in Edebiyatındaki İnsanlık Hali"




 STEFAN ZWEİG


Stefan Zweig, 28 Kasım 1881’de Viyana’da dünyaya gelir. Babası kumaş tüccarı Moritz Zweig, annesi ise zengin bir tüccar ailesi olan Brettauer ailesinin kızı Ida Zweig idi. Zweig’ın doğum yeri olan Schottenring, Viyana’nın ünlü bulvarlarından biridir. Erkek kardeşi Alfred ile görkemli bir apartmanda mutlu ve rahat bir çocukluk geçirir.

Zweig ailesi dindar bir aile değildir. Nitekim Zweig ileride kendisini, bir rastlantı sonucu Yahudi diye tanımlar. Lise öğreniminin ardından, 1899 yılında Viyana Üniversitesi’nde Felsefe ve Edebiyat Bilimleri yüksek öğrenimine başlar. Edebiyata yatkın olduğunu 1901’de yayınlanan Gümüş Teller adlı şiir kitabıyla kanıtlar. Bir yıl sonra Viyana’nın büyük gazetesi Neue Freie Presse’ye edebiyat üzerine makaleler yazmaya başlar. Burada gazeteci Theodor Herzl ile tanışır. Genç Zweig’ın yeteneklerini sezen Herzl, onun ilk öykülerinden biri kabul edilen Yürüyüş’ü yayınlar.

Stefan Zweig 1904’te yayınlanan Erika Ewald’ın Aşkı öyküsüyle daha fazla tanınmaya başlar.

”Hayatın karanlık zorbalığını çoktan tatmış olduğunu düşünüyordu ve güçlü güvenini de bu bilinç üzerine kurmuştu; oysa şimdi bu güven gerçekler karşısında, tıpkı öfkeli bir yumruğun altında kalan oyuncak gibi paramparça olmuştu… Bir yerlerden ağır, ölçülü vuruşuyla bir saatin tik takları duyuluyordu; acımasız zamanın sert adımları gibi.” (Erika Ewald’ın Aşkı)

Fransızca’dan Almanca’ya Paul Verlaine, Baudelaire ve Èmile Verhaeren’in yapıtlarını çevirir. 1906 yılında yayınlanan ikinci şiir kitabı İlk Çelenkler’le Bauernfeld Ödülü’nü kazanır. 1905 – 1909 yılları arasında uzun yolculuklara çıkar, İspanya, Cezayir, Seylan ve Hindistan’ı ziyaret eder. 1910 – 1911 yıllarında Amerika Birleşik Devletleri’ne, Panama’ya, Küba’ya, Kanada’ya ve Meksika’ya gider. Bu yolculuklar sırasında değişik ülkelerden değişik sanatçılar ve edebiyatçılarla dost olur.

1914’te başlayan I. Dünya Savaşı yıllarında Viyana’daki Savaş Arşivi’nde göreve alınır. Genç yazar ilk yıllarda savaşa coşkuyla bakar, fakat kısa süre sonra hatasını kavrar. Aslında savaş karşıtı ve barışsever Zweig, I. Dünya Savaşı yıllarında doğar. İnsanlığı merkezine almış olan hümanizm anlayışını benimser. “Adil olmayan bir barış bile, en haklı savaştan daha iyidir” sözüyle de vurguladığı gibi, Zweig her daim uzlaşmadan ve barışçıllıktan yana olur, Avrupa’nın tecrübe ettiği savaşı çok saçma ve acımasız bulur.

1917 yılında terhis olur ve Viyana Neue Freie Presse gazetesinin muhabiri olarak Zürih’e yerleşir. İki yıla yakın İsviçre’de yaşayan Zweig, 1917’de Salzburg’da 1933’e kadar yaşamının en mutlu yıllarını geçireceği büyük villayı satın alır. 1920’de ise sekiz yıldır yakından tanıştığı Friderike von Winternitz ile Viyana’da evlenir. Salzburg yıllarındayken mesleğinde doruğa ulaşır. En güzel eserlerini o iki katlı, ağaçlar arasına gizlenmiş villada yazar. Amok Koşucusu, Hölderlin – Kleist – Nietzsche, İfritle Savaş, Korku, Leporella, Kitapçı Mendel Salzburg’da yarattığı sayısız eserden sadece birkaçıdır.


Zweig, 1922 tarihli Amok Koşucusu eserinde, doktor olarak yardıma ihtiyaç duyan bir insana el uzatmanın vicdani yükümlülüğüyle kendi karmaşık duyguları arasında sıkışıp kalan bir adamın hikayesini anlatır. Hollanda Doğu Hint Adaları’nda görev yapan bir doktor, dara düşüp kendisine başvuran çok zengin bir kadının yardım talebini geri çevirir. Zira kadının mağrur ve hesapçı tavrı karşısında büyük bir öfkeye kapılır, gururuna yenik düşer.

”Çünkü akşam ağırdan alır. Öğle zamanı gibi küstahça pencereden içeri bakmaz, duvarlardan karanlık sular gibi fışkırır, tavanı boşluğa doğru kaldırır, her şeyi yavaş yavaş alıp sessiz sularının içine karıştırır. Anlayabiliyor musunuz? Anlayabiliyor musunuz? Benim anlayamadığım şey; bir insan nasıl saatler boyunca hayatta kalır, neden ölenle birlikte ölmez, nasıl ertesi sabah kalkıp dişlerini fırçalar ve boyun bağını takar, benim hissettiğim şeyi hissettikten sonra nasıl normal yaşamına devam edebilir?” (Amok Koşucusu)

1922 tarihli Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu adlı uzun öyküsünün kahramanı olan kadın, yıllarca içinde büyütüp izini sürdüğü erkeğe yazdığı mektubuna ”Beni hiç tanımamış olan sana…” diye başlar. Eserin başkahramanı olan meçhul kadın mektubunda, on üç yaşından itibaren ölümüne kadar olan tutkulu aşkını anlatır.  Zweig’ın eserlerinde kişilerini Bay E. veya Bay R. olarak adlandırdığına tanık oluruz. Normal bir isim yerine kullanılan bu harflerin gizemini belki de hayatındaki ifade edemediği, dışa vuramadığı duyguları veya hissettiği politik baskıdan doğan engeller olarak algılamak mümkündür. Yazarın, bu tür isimler kullanarak varoluş kaygısı taşıdığı düşünülebilir ve kaleme aldığı eserler incelendikçe bu kaygının temalara da yansıdığı görülmektedir.

”Ey Sevgili, benim için, o çocuk için, ne kadar harika, ne kadar gizemli olduğunu anlıyor musun? O yaşta, büyük alemde kitap yazdığı, meşhur olduğu için saygı duyulan bir insanın, birdenbire genç, şık, bir oğlan çocuğu gibi neşeli, yirmi beş yaşında bir adam olduğunu keşfettikten sonra, evimizde, zavallı çocuk dünyamın tümünde beni senden başka hiçbir şeyin ilgilendirmediğini, on üç yaşındaki bir kızın, müthiş bir inatla, delice bir ısrarla senin hayatınla, senin varlığınla uğraştığını sana söylememe gerek var mı?” (Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu)

1925 tarihli Kendileriyle Savaşanlar’da Hölderlin, Kleist ve Nietzsche’nin yaşamöykülerini anlatır. Zweig, Hölderlin, Kleist ve Nietzsche’nin yaşamöykülerini, çağdaşları Goethe’nin hayatından kesitlerle birlikte ele alır.

”Hölderlin, Kleist ve Nietzsche’de ilk göze çarpan şey onların dünyayla olan bağlantısızlıklarıdır. Şeytan, Faust’ta bulduğu kişiyi gerçek hayattan koparıp atar. Üçünün de karısı ve çocuğu yoktur (tıpkı kan kardeşleri Beethoven ve Michelangelo gibi), evleri ve servetleri yoktur, sürekli bir meslekleri, güvenli bir makamları yoktur. Göçebe tabiatlıdırlar, dünya üzerinde başıboşturlar, toplum dışında, garip, hor görülen insanlardır ve tümüyle anonim bir varoluş sürdürürler. Dünyevi hiçbir şeye sahip değillerdir: Ne Kleist, ne Hölderlin, ne de Nietzsche kendine ait bir yatağa sahip oldu, hiçbir şey onların malı değildi, kiralık iskemlelerde oturup kiralık masalarda yazdılar ve yabancı bir odadan diğerine dolaşıp durdular.” (Kendileriyle Savaşanlar: Hölderlin, Kleist ve Nietzsche)



1927’de yazdığı insanlığın gelişimine ve dünya tarihine yön veren 12 tarihsel olayı anlatan kısa öykülerden oluşan Yıldızın Parladığı Anlar yapıtı ise deneme konusundaki ustalığını kanıtlar niteliktedir.

”Temkinli Murat’ın yerine bu genç, bu ihtiraslı ve şöhret ateşiyle kavrulan Mehmet’in Türklere sultan olduğu haberi, Bizans’ı dehşete düşürüyor. Zira yüzlerce casustan öğrenilmiştir ki, zafer ihtirası ile tutuşan bu adam, dünyanın bir zamanlar ki başkentini ele geçirmek için ant içmiştir. Genç yaşına rağmen gündüzlerini olduğu kadar gecelerini de, hayatının en büyük amacı olan bu işin uygulanması için askerî planlar yapmakla geçirmektedir. Yine aynı zamanda bütün haberlerin hep bildirdiğine göre yeni padişahın askerlik ve politika alanındaki kabiliyeti de eşsizdir. Mehmet, aynı zamanda hem dindar, hem acımasızdır. İhtiraslı olduğu kadar da katı yüreklidir. Bir bilim ve sanat adamıdır da; Sezar’ın ve Romalıların hayatlarını Latince aslından okur. Bu kibar ve hülya dolu bakışlı, keskin ve hırçın burunlu adam yorgunluk bilmez bir işçi, gözü pek bir asker ve çok dikkatli bir diplomat olduğunu göstermekte ve bütün bu tehlikeli özelliklerini aynı düşünce üzerinde yoğunlaştırmaktadır.” (Yıldızın Parladığı Anlar – Bizansın Fethi) 


1923’te tanıştığı Maksim Gorki ile uzun uzun mektuplaşır. Gorki’nin 1927’de ülkesine dönmesinin ardından, Zweig 1928’de Sovyetler Birliği’ne davet edilir. Kitapları Rusça’ya çevrilir. Jeremias, Yoksulluğun Kuzusu, Volpone ve Deniz Kıyısındaki Ev gibi başarılı tiyatro eserleri de kaleme almış olan Zweig o yıllarını ilerde şöyle anlatır: 

”I. Dünya Savaşı’ndan sonra o küçük kentin kasvetli manzarasını anımsayıp damından yağmur suları akan evimizde soğuktan titreştiğimizi düşündükçe, barış yıllarının değerini daha iyi kavrıyorum. Dünyaya ve insanlara inanmamıza izin vardı o yıllarda.”

1933 yılında iktidara gelen Nazilerin Avusturya’yı da ele geçireceklerini anlayan Zweig, 1934’te İngiltere’ye göç eder. Yahudi olmak, yaşamının büyük bölümünde hiç ön plana çıkmamıştır. Avusturyalı kimliği ise idari bir formaliteden öteye gitmemiştir. Ta ki Avusturya pasaportu iptal edilip İngiliz makamlarından pasaport yerine geçen beyaz bir kâğıt, vatansızlara verilen bir pasaport rica etmek zorunda kalıncaya kadar. Zweig daha düne kadar dünyanın her köşesinden gelen gelirini harcadığı, vergisini ödediği, yabancı bir konuk, bir beyefendi olduğu İngiltere’de bir anda bir göçmen, bir sığınmacı durumuna düşer. Burada kaldığı yıllarda kendisiyle aynı yazgıyı paylaşanların durumunu şöyle özetler:

 ”Özgür bir insan olarak doğmamıza rağmen, özne değil birer nesneydik ve artık hiçbir şey hakkımız değil, sadece resmi makamların bize verdiği bir lütuftu.”

Stefan Zweig, tarihte önemli adımlar atan değerli kişilerin hayatlarının yazılması gerektiği düşüncesine sahiptir, bu Sigmund Freud ve psikoloji biliminden etkilenmesi sonucu ortaya çıkmış bir durumdur. Zweig’ın bazı eleştirmenler tarafından bir psikolog olarak nitelendirilmesi, biyografik yapıtlarındaki psikolojik betimlemelerin üstlendiği işlevi net bir şekilde ortaya koyması açısından önemli görülür. Zweig’in biyografilerini farklı kılan, diğer biyografik çalışmalardan ayıran onun psikolojik-psikanalitik betimlemelerindeki başarısıdır. Yazar, Tanrısal bir anlatıcı konumuyla roman kişilerinin bilinçaltını okur. Yapıtlarının büyük bir çoğunluğunu biyografi türünde yazmış olan Zweig, bu alan sayesinde başarısını zirveye taşımıştır. Onun biyografi alanındaki başarısındaki önemli etkenlerden biri olarak güçlü bir empati yeteneğine sahip olması gösterilir. Yazarın, farklı kişilerin biyografisini yazarken büyük bir başarı elde etmesi ve başkasının acısını kendi içerisinde hissetmesi aynı zamanda başkası ile acı çekme yeteneğine sahip olduğu ile ilişkilendirilir.


Biyografilerinden en çok ses getirenleri şunlardır: Rotterdamlı Erasmus, Montaigne, Maria Antoinette, Romain Rolland, Macellan, Fouche, Üç Büyük Usta: Balzac, Dickens, Dostoyevski, Kendileriyle Savaşanlar: Hölderlin, Kleist, Nietzsche, Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar: Casanova, Stendhal, Tolstoy.

”Montaigne, bilgeliğin sırrını, amaca uygun formülleri arayan filozoflardan değildir. Herhangi bir dogmayı ya da öğretiyi istemez; katı iddialardan hep korkar: “Hiçbir şeyi serinkanlılıkla iddia etmemek, hiçbir şeyi de bir çırpıda yadsımamak.” Montaigne, hiçbir hedefe doğru ilerlemez. Onun pensée vagabonde’una (avare düşüşüne) uygun düşen her yol, aynı zamanda doğru yoldur.” (Montaigne)

”Balzac, okul arkadaşlarının aklında sadece şişko, dolgun yanaklı, kırmızı suratlı bir oğlan olarak kalmıştır; ancak onların anlattıkları sadece dış görünüşüyle ilgili şeyler olmaktan ya da doğruluğu kuşku götürür birkaç anıdan öteye gitmez. Louis Lambert’in yaşamöyküsel izler taşıyan sayfaları ise dâhi olan ve dâhiliğinden dolayı iki kat fazla acı çekmiş bir çocuğun trajik içsel yaşamını çok daha sarsıcı bir biçimde gözler önüne sermektedir.” (Balzac)

1936’da tüm kitapları Almanya’da yasaklanan ve II. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle İngiliz vatandaşlığına geçen Zweig, Londra’dan ayrılıp önce New York’a, sonra sırasıyla Arjantin’e, Paraguay’a, sonunda da Brezilya’ya gider. Aynı günlerde İngiliz vatandaşlığına kabul edilir. 1938 yılı Zweig’a yaşamında önemli değişiklikler getirir. Eşi Friderike’den boşanır, çok sevdiği  annesi Viyana’da ölür. Naziler’in Avusturya’ya girmesiyle vatanı dünya politikasından silinir.

1939 yılında kendisinden 27 yaş küçük sekreteri Charlotte (Lotte) Altmann ile evlenir. Ancak vatansız biri olarak sürgünde yaşamanın ne kadar zor olduğunu Brezilya’da sürgündeyken 1942’de yayımlanan, anılarından oluşan ve kendi kuşağının yaşadıklarını anlattığı, bir roman kadar sürükleyici olan Dünün Dünyası, Bir Avrupalının Anıları adlı eserinde şu sözleriyle anlatır:

”Sürgünün her biçimi kaçınılmaz olarak insanın dengesini alt üst ediyor. İnsan kendi topraklarının üzerinde değilse, normal davranışından uzaklaşıyor, güvenini kaybediyor, kendinden kuşku duymaya başlıyor. Yabancı belgelerle ya da pasaportlarla yaşamaya başladığım günden beri kendi benliğimle tam bir uyum içinde olmadığımı itiraf etmekten çekinmiyorum. Asıl ve kendi ben’imde doğal olan bazı şeyler sonsuza dek yok oldu. Doğamda var olandan daha çekingen oldum ve – bir zamanlar kozmopolit kişiliğe sahip olan ben – yabancı bir ülkenin havasını her soluyuşumda sürekli minnettar olmam gerektiği duygusundan kurtulamıyorum. (…) Hayır, elli sekiz yaşında bir insan olarak pasaportumun elimden alındığı gün, insanın yurtsuz kaldığında etrafı çevrili bir vatandan çok daha fazla şeyini kaybettiğini anladım.” 

Stefan Zweig’in Brezilya’da sürgünde olduğu bir dönemde kaleme aldığı, 1941’de yayımlanan son, ancak en önemli eseri Satranç’ta satranç oyunundan yararlanarak savaş döneminde bireylerin tüm olumsuzluklara rağmen ayakta kalma ve varolma mücadelelerine dair yaşanan süreci aktarır. Satranç hikayesi, karakterlerin davranışlarından hareketle psikolojik tahlillere yer veren bir hikayedir. Eserde, savaş döneminde Naziler tarafından tutuklandıktan sonra yurtsuzluğa mahkûm edilen bir karakterle dünya satranç şampiyonu olan bir karakterin satranç mücadelesi ele alınır. Hikayenin belki de en önemli özelliği, kurgu kişilerle gerçek kişiler arasındaki paralelliklerdir. Satranç okunduğunda, yazarın adeta kendisini anlattığı görülür ve hem kitaptaki karakterin hem de yazarın hazin sonu da birbirine benzer özellikler gösterir.

”Bu boşlukta, zamansızlıkta geçen bir dört ayın ne kadar sürdüğünü hiç kimse bir başkasına da kendine de anlatamaz, ölçemez, gözünde canlandıramaz; insanın çevresindeki bu hep aynı hiçliğin, bu hep aynı masa, yatak, leğen ve duvar kâğıdının ve hep aynı suskunluğun, insana bakmadan yemeğini içeri iten hep aynı gardiyanın, insanı çıldırtana kadar boşlukta dönüp duran hep aynı düşüncelerin insanı nasıl yiyip bitirdiğini ve yıktığını kimse kimseye anlatamaz.” (Satranç) 


Stefan Zweig, 16 ve 17 Haziran 1940 tarihli günlüğünde ;

”Hayatlarımız on yıllarca düzelmeyecek, benim önümdeyse on yıllar yok. Olmasını da istemiyorum (…) Bitti. Avrupa’nın işi bitti, dünyamız çökertildi. İşte şimdi tam anlamıyla vatansızız (…) Yıkıldım. Fransa, Avrupa’nın bu sevimli ülkesi mahvoldu, yıkılışı yüzyıllarca düzelmeyecek, kimin için yazacağım, ne için yaşayacağım”
şeklinde dillendirdiği ruh haliyle vatansız kalmayı, ayağını bastığı zeminin altından kayıp gitmesi olarak algılar ve sadece bedeninin tutunacağı bir mekanın yitip gitmesinden değil, ruhunun da dünyaya asılı kalmasından duyduğu huzursuzluğu yaşamaktansa ölmeyi tercih eder. 

Stefan Zweig eşi ile 23 Şubat 1942 tarihinde sabaha karşı Brezilya’nın küçük dağ kenti Petropolis’in Rua Gonçalves Dias adresindeki bahçeli küçük evde intihar ederek yaşama veda eder, arkasında ise şu satırları bırakır:

”Kendi isteğimle ve bilinçli olarak hayattan ayrılmadan önce, son bir görevi yerine getirmeye kendimi mecbur hissediyorum. Bana ve çalışmalarıma, böyle iyi ve konuksever şekilde kucak açan harikulade ülke Brezilya’ya içtenlikle teşekkür etmeliyim. Her geçen gün, bu ülkeyi daha çok sevmeyi öğrendim ve benim lisanımın konuşulduğu dünya, bana göre mahvolduktan ve manevi yurdum Avrupa’nın kendi kendisini yok etmesinden sonra, hayatımı yeni baştan kurmayı daha fazla isteyebileceğim başka bir yer yoktu. Ama 60 yaşından sonra, yeni baştan başlamak için özel güçlere ihtiyacım vardı. Benim gücüm ise, uzun yıllar süren yurtsuz göçüm sırasında tükendi. Böylece, ruhsal çalışması her zaman en büyük sevinci, bireysel özgürlüğü dünyanın en büyük nimeti olan bu hayatı, zamanında ve dimdik sona erdirmek bana daha doğru görünüyor. Bütün dostlarımı selamlarım! Umarım, uzun gecenin ardından gelecek sabahı görebilirler! Ama ben aşırı sabırsızım, bekleyemeyeceğim o sabahı.”

"MARK WOLYNN - Seninle Başlamadı Kitap İncelemesi"

Bu kadar karmaşık olan bu konuları gayet basit, samimi, etkileyici, ve sıcak bir dille yazması, Mark Wolynn 'un bilgisi karşısındaki ha...

Bu Ay En Çok Okunanlar