"Yabancılaşmanın ve Varoluşun Yazarı Franz Kafka"

 

FRANZ KAFKA


Franz Kafka, 20. yüzyılın ve modern Alman edebiyatı'nın önde gelen yazarlarındandır. Yaşamı boyunca pek tanınmayan Kafka, yakın arkadaşı Max Brod’a verdiği vasiyetinde tüm yazdıklarının imha edilmesini rica etmişti. Fakat Max Brod, Kafka’nın Viyana’da ölümünün ardından aksi yönde hareket ederek elindeki eserleri yayımlamaya başladı. Kafka, ölümünden sonra da olsa, dünyaca ünlü bir yazar haline geldi.

Eserlerinden özellikle dilimize Değişim ya da Dönüşüm adıyla çevrilen romanında işlediği konuyla 20. yüzyılın sanayi sonrası Batı toplumunun açmazını ve içine düştüğü yalnızlık ve yabancılaşma sürecini çok iyi gözlemlemiş ve işlemiştir.

Franz Kafka 3 Temmuz 1883’te orta sınıf bir Yahudi ailesinin ilk çocuğu olarak Prag’da dünyaya geldi. O zamanki milletler mozaiği olan Avusturya İmparatorluğuna bağlı Bohemya Krallığında yaşadı. Anadil olarak ilk etapta Almanca konuşan Kafka ailesi, Çekçeyi de konuşabiliyordu. Ailenin en büyük çocuğu olan Kafka’nın iki erkek kardeşi (Georg ve Heinrich) küçük yaşta hayatlarını kaybettiler. Kızkardeşleri Elli, Valli ve Ottla ise Nazi Almanyasının organize ettiği Yahudi soykırımında hayatlarını kaybettiler.

Kafka 1889’da Fleischmark’ta Deutsche Knabenschule’ye gitti. Çocukluğunda rol oynamış başlıca kişiler Fransız mürebbiye Bailly, kâhya kadın Marie Werner’dir. O sıralarda Prag’da genel olarak konuşulan dil Çekçe’ydi. Ufak yaşlarda da Bauer ile tanıştı. 1920’lerin başında tanıştığı Milena Jesenska, 20 yıl sonra 1944’de Alman toplama kampında hayatını kaybedecekti, onun üzerinde güçlü bir etki yarattı. 1923’te ailesinin etkisinden kaçmak ve yazmaya konsantre olmak için Berlin’e taşındı, orada da Dora Dymant adında bir sevgilisi oldu. Dora, Milena’dan şanslıydı Nazi Almanyasına direndi ve 1952’de Londra’da öldü.

1917’de Kafka verem olduğunu öğrendi. 1919 yılında geçirdiği ağır gripten dolayı hastaneye kaldırıldı. 1922’de emekli oldu, maddi durumu kötüydü ve sağlığı gittikçe bozuluyordu. Ömrünün son 6 haftasını sanatoryumda geçirdi. 3 Haziran 1924’te 41 yaşında yaşama veda etti.

Franz Kafka, hayatı baştan kaybedilmiş bir savaş olarak görse de bıraktığı eserler, onu hayatı yenilgiye uğratan ender insanlardan birisi yapmıştır.

Kafka eserlerinde insanın gizli kalmış korkularını, burjuva yaşamının sahte aile ilişkilerini, bürokrasinin çıldırtan işleyişini gözler önüne serer. Karamsar mizacı eserlerindeki karakterleri çaresizlikle donatmıştır. Nitekim Dava’nın kahramanı Josef K. neyle suçlandığını bir türlü öğrenemeyerek yavaş yavaş karanlığa gömülür. Aynı durum Şato’da kadastro memuru Bay K’da da görülür.

Kayıp’sa diğer eserlerinden ayrılarak iyimser bir tutumla kaleme alınmıştır.

Yine de Kafka, eserlerinde çaresizliği de işlese nikbinliği (iyimserliği) de, Albert Camus’un deyişiyle Korku Çağı yok olana dek güncelliğini koruyacaktır.


Franz Kafka’nın Eserleri

Roman:

  • Dava, (1925)
  • Şato, (1926)
  • Kayıp, (Amerika) (1927)

Hikâye:

  • Değişim, (1915)
  • Bir Savaşın Tasviri
  • Taşrada Düğün Hazırlıkları
  • Şarkıcı Josefine ya da Fare Ulusu
  • Ceza Sömürgesi (1919)
  • Çin Seddi
  • Bir Akademiye Rapor

Mektuplar:

  • Milena’ya Mektuplar
  • Babaya Mektup

Günlükler:

  • Günlük 1-2
  • Aforizmalar



Tüm Eserleri:

Kafka’nın yaşadığı dönemde yayımlanan eserleri:

1909 – Ein Damenbrevier
1909 – Gespräch mit dem Beter (Dua Eden Adamla Sohbet)
1909 – Gespräch mit dem Betrunkenen (Sarhoşlarla Sohbet)
1909 – Die Aeroplane in Brescia (Brescia’daki Uçaklar)
1912 – Großer Lärm (Büyük Gürültü)
1913 – Betrachtung (Gözlem)
1913 – Das Urteil (Yargı)
1913 – Der Heizer (Ateşçi) Amerika olarak bilinen romanın ilk bölümü
1915 – Die Verwandlung (Dönüşüm)
1915 – Vor dem Gesetz (Yasanın Önünde) Dava adlı romanın bir bölümü
1918 – Der Mord (Cinayet); Kardeş Katili öyküsünün ilk hali (1919)
1918 – Ein Landarzt (Bir Köy Hekimi) 13 öyküden oluşan bir kitap; aralarında On Bir Oğul ve Bir Akademiye Rapor öyküleri de bulunmaktadır
1919 – In der Strafkolonie (Ceza Sömürgesi)
1921 – Der Kübelreiter
1924 – Ein Hungerkünstler (Açlık Sanatçısı)

Kafka’nın ölümünden sonra yayımlanan eserleri:

1904-1905 – Beschreibung eines Kampfes (Bir Savaşın Tasfiri)
1907-1908 – Hochzeitsvorbereitungen auf dem Lande (Taşrada Düğün Hazırlıkları)
1914 – Erinnerungen an die Kaldabahn (Kaldabahn Hatıraları)
1914-1915 – Der Dorfschullehrer (Köy Öğretmeni)
1915 – Blumfeld, ein älterer Junggeselle
1916-1917 – Der Gruftwächter
1916-1917 – Die Brücke (Köprü) Brod’un Başlığı
1917 – Eine Kreuzung
1917 – Der Schlag ans Hoftor (Çiftlik Kapısına Vuruş) Brod’un Başlığı
1917 – Der Jäger Gracchus (Avcı Gracchus) Brod’un Başlığı
1917 – Beim Bau der Chinesischen Mauer (Çin Seddi’nin İnşaasında)
1917 – Eine alltägliche Verwirrung Brod’un Başlığı
1917 – Der Nachbar (Komşu) Brod’un Başlığı
1919 – Brief an den Vater (Babaya Mektup)
1920 – Heimkehr Brod’un Başlığı
1920 – Die Abweisung (Geri Çevrilme)
1920 – Zur Frage der Gesetze (Yasalar Sorunu Üzerine)
1920 – Das Stadtwappen (Kent Arması) Brod’un Başlığı
1920 – Kleine Fabel (Küçük Fabl) Brod’un Başlığı
1920 – Die Truppenaushebung
1922 – Forschungen eines Hundes (Bir Köpeğin Araştırmaları) Brod’un Başlığı
1922 – Das Ehepaar
1922 – Der Aufbruch (Gezinti)
1922 – Gibs auf Brod’un Başlığı
1923-1924 – Der Bau Brod’un Başlığı
1925 – Der Prozess (Dava)
1926 – Das Schloss (Şato)
1927 – Der Verschollene (Amerika) İlk olarak 1912 yılında Kayıp olarak tasarlandı, fakat Brod tarafından Amerika olarak yayımlandı.





"LEV NİKOLAYEVİÇ TOLSTOY - İnsan Neyle Yaşar? Kitap İncelemesi"



 

Aslında içinde bir çok hikaye bulunan kitapları sevmiyorum ama bu farklıydı... Şöyle ki; Bence
Lev Tolstoy
Lev Tolstoy, insanın gerçek mutluluğun ne olduğunu ve hayatın anlamını arayışını çok net ele almıştı. Ayrıca kendisinin yaşadığı deneyimleri yansıtmış ve felsefesi hakkında bir hayli ipucu vermişti.
İnsan Neyle Yaşar?
İnsan Neyle Yaşar? , farklı sınıflardan ve yaşam tarzlarından insanların hikayelerini, her karakterin hayatındaki sorunları, sıkıntıları ve çatışmaları, insanın gerçek mutluluğu bulmak için izlediği yolları anlatırken;
Lev Tolstoy
Lev Tolstoy, karakterlerin maddi zenginliklerinin onları mutlu etmediğini ve gerçek mutluluğun manevi huzurda olduğunu çok güzel işlemişti.
İnsan Neyle Yaşar?
İnsan Neyle Yaşar?,
Lev Tolstoy
Lev Tolstoy'un en önemli eserlerinden biridir.
Bu romanı okuduğunuzda, hem
Lev Tolstoy
Lev Tolstoy'un felsefesini daha iyi anlayabilirsiniz hem de hayatlarınızda uygulayabileceğiniz dersler çıkarabilirsiniz.
Kesinlikle okunması gereken, güzel bir kılavuz niteliğinde, ilham dolu bir kitaptı.

"TAKASHİ NAGAİ - Nagasaki'nin Çanları Kitap İncelemesi"

 



Kitap,

Takashi Nagai

Takashi Nagai 'nin kişisel deneyimlerinin yanı sıra, olayların tarihsel ve kültürel bağlamını da ele almıştı. Ayrıca yazarın hem hayatta kalmak hem de iyileşmek için gösterdiği çabayı ve insanlık tarihinin en büyük felaketlerinden birinin etkileriyle yüzleşmesini anlattığı anlar bana göre kitabın en iyi bölümleriydi.

Bir de bazı bölümlerde olayları anlatırken duygusal olarak çok dokunaklıydı. Fakat bununla birlikte, kitabın bazı zayıf yönleri de vardı;
Örneğin, olayların tarihsel arka planını ayrıntılı bir şekilde ele alsa da,

Takashi Nagai

Takashi Nagai'nin hayat hikayesi hakkında daha fazla bilgiye ihtiyaç duyabiliyorsunuz okurken.

Ayrıca kitabın bazı bölümleri uzun ve tekrarlayıcıydı sanki. Bu da okurken dikkatimi bir hayli dağıttı. Tekrarlayıcı olmak yerine daha ayrıntılı olabilirdi.
Ama her şeye rağmen,

Nagasaki’nin Çanları

Nagasaki’nin Çanları ,

Takashi Nagai

Takashi Nagai 'nin acı dolu hikayesi hakkında dokunaklı ve etkileyici bir anlatımdı.

Bana savaşın ve atom bombasının etkilerini anlamamda yardımcı olurken, insanlık tarihinin en zorlu zamanlarından birinde hayatta kalmak ve umutla dolu olmak için nasıl mücadele edildiğine dair güçlü bir his verdi.

"JOSE MAURO DE VASCONCELOS - Şeker Portakalı Kitap İncelemesi"

 




‘‘ Onu düşünmekten kendimi alamıyorum, şimdi acının ne olduğunu gerçekten biliyordum. Ayağını  bir cam parçasıyla kesmek ve eczanede dikiş attırmak değildi bu. Acı, insanın birlikte ölmesi gereken şeydi. Kollarda, başta en ufak güç bırakmayan, yastıkta kafayı bir yandan öbür yana çevirme cesaretini bile yok eden şeydi…’’


Zeze ailesinden öğrenemediklerini hep başkalarından öğrenir. En çok da sevgiyi… 


Yaramaz olduğu için dayak eylemi günlük bir rutin haline gelmiştir. Çevresinde olan biten her şeyi bir ağaca anlatmaya başlar. Diğerleri onunla dalga geçtiği halde o içinden geçen her şeyi anlatmaya devam eder Şeker Portakalı’na. Anlayamaz kimseyi, neden onunla dalga geçtiklerini. Çünkü Zeze’nin sahip olduğu şey onlarda yoktur: “Hayal gücü”


Hüzünlü olduğu kadar keyifli olan bu kitapta dönem dönem çocukluğunuza dair izler görüp geriye bakma ihtiyacı hissedebilirsiniz. Büyüklerin acımasız dünyasında yaşayan her küçüğün kalbinin ufak da olsa bir yerinde kalmış olan o izler bu kitap ile gün ışığına çıkıyor. Sayfaları çevirdikçe tuzlu deniz daha da yükseliyor.


Hüzün ve tebessümün bir arada olduğu nadir kitaplardan biriydi!

Zeze gibi harika bir çocukla tanışmak için epey geç kalmışım. Bir çocuğun dünyasını okuyucuya bu kadar güzel anlatması beni şaşırttı.

Sınırlarını esnetmek isteyen herkesin okuması gereken bir kitap bence…

"Absürt Gerçekliğin Edebiyatçısı: Albert Camus"





 ALBERT CAMUS


Albert Camus, 7 Kasım 1913’te, Cezayir’in Mondovi kentinde sefalet içinde dünyaya geldi. Okuma yazma bilmeyen, gündelikçi annesi tarafından kenar mahalle çocuğu olarak büyütüldü. Aile, oldukça sıkışık, üç odalı bir dairede kıt kanaat geçiniyordu. Camus’nün şarap sevk memuru olan babasının, I. Dünya Savaşı’nda ihtiyat askeriyken savaş sırasında aldığı yaralar yüzünden ölmesi, ailenin ekonomik durumunu daha da kötüleştirdi.

Böylesine ümitsiz bir başlangıç, iradesi daha zayıf olan bir insanın hırslarını baltalayabilirdi; ancak Albert Camus yılmadan, bitmek tükenmek bilmeyen mücadelesiyle, yaşadığı sosyal ve ekonomik zorlukların üstesinden geldi. Oldukça ağır bir sefaletten çıkmasının etkisiyle, bir keresinde, Marx’ın o büyük Kapital’indense fiziksel açlığın, Marksizm konusunda kendisini daha iyi eğittiğini yazmıştı. Camus, fiziksel hastalığa da yabancı değildi, 1930 yılında tüberküloza yakalandı –bu, neredeyse onun ölümüne sebep olabilecek, devamlı nükseden bir hastalıktı. Yine de 1936 yılına kadar, felsefe bölümünden lisans ve yüksek lisans diplomalarını almıştı.

Camus, birçok güzel kadınla romantik ilişkilere giren, yakışıklı bir adamdı. Ayrıca, iki kere evlenmiş ve boşanmıştı. İkinci eşi olan Francine, 5 Eylül 1945’te, Catherine ve Jean isimli ikizleri dünyaya getirdi. Ancak, evliliği kısıtlayıcı ve modası geçmiş bir kurum olarak düşünen Camus için, evlilik hayatı nefret edilesi bir şeydi. Fikir hayatında ilişkilerinde olduğundan daha başarılı olan Camus, yaşamı boyunca dünyaca ünlü bir edebi başarı haline gelip sanatında serpildi –1957 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü.

Aydınlatıcı olabilecek bir hikâye, Camus’nün tez danışmanlarından birinin, onun tezinin kenarına “Camus, filozoftan çok yazardır.” diye karalamasıdır. Hikâyenin kendisi uydurma olsun veya olmasın; Camus, Jean-Paul Sartre (1905-1980) ya da Martin Heidegger (1889-1976) gibi diğer varoluşçu filozofların aksine sistematik bir felsefeden yoksun olduğu için, bu yorum yeterince doğrudur. Gerçi o, kolayca varoluşçu (ki kendisi ve Heidegger tarafından reddedilen bir tanımlama) olarak da sınıflandırılamaz. Aksine, Camus’nün yaklaşımı, kendisini doğayla ve Antik Yunanlılar ile özdeşleştirmek olmuştur. Yazımına gelince, Camus en çok romanlarıyla tanınır. Onun en meşhur eserleri arasında Sisifos Söyleni (1942), Yabancı (1942) ve Veba (1947) bulunmaktadır.

Camus, İspanyol ve Fransız kökenli bir Cezayirliydi. Her ne kadar yazınsal başarıları ona, Paris’in elit kesiminde kendisine yer bulma olanağı tanısa da o hem Cezayir’de hem de Fransa’da bir yabancıydı. Yine de o eski kenar mahalle çocuğunu yüceltenler, zaman zaman onu hor görerek dışladılar ve Camus’nün gerçek hayat tasavvuru, onu Paris’in sınırlarının çok ötesine taşıdı. O, bu girişimler sırasında, başka sesler ve farklı dünya görüşleri aradı ve bu açık fikirli yaklaşımı, romanları ve oyunlarına da yansıdı. Onun zamansız ölümü, oldukça gelecek vadeden bir yaşamı da sona erdirdi. Camus, 4 Ocak 1960’ta, Burgonya’da bir trafik kazası sonucu hayata gözlerini yumdu. Arkadaşı ve yayıncısı olan Michel Gallimard ise o anda spor aracın direksiyonundaydı ve kazada aldığı yaralar nedeniyle, birkaç gün sonra yaşamını yitirdi.



Siyasi Katılım

İlerici ve kamu yararını düşünen bir entelektüel olan Camus; idam cezasından, militarizmden, devlet destekli şiddetten ve insan zihni üzerindeki manipülatif kontrolden tiksinip kendisini sık sık baskı unsurlarının karşısında konumlandırdı. 1935 yılında, insanları olumlu yönde bir değişim ve adaleti kovalamak için birleşmeye teşvik etmeyi umarak, Fransız Komünist Parti’sine katıldı.

Ancak herkes Camus’nün dönek Marksist tarzını sevecen bulmuyordu. O, 1937 yılında, kurama sıkı sıkıya bağlı komünistler tarafından Troçkist bir hain olmakla suçlandı –bu durum, o zamanlar Sovyetler Birliği’nde hüküm süren dehşete kayıtsız kalanlar için, üstünü kapatma stratejisinden başka bir şey değildi. Camus ise onlara kendi suçlamalarıyla yanıt verdi, böylece hem onu suçlayan kişilerin öfkesinin kızışmasına hem de arkadaşlarının ondan uzaklaşmasına sebep oldu.

Camus, İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi işgaline karşı savaşmak için Fransız Direnişi’ne katıldı. Jean-Paul Sartre ile bu dönemde tanışıp arkadaş oldular. Camus, Paris’te bir yeraltı direniş gazetesi olan Combat’nın genel yayın yönetmeni oldu; Sartre ise bir yeraltı grubu olan Socialisme et Liberté’nin [Sosyalizm ve Özgürlük] kurulmasına yardım etti –her ne kadar bu grup kısa sürede dağılsa da, Sartre’ı entelektüel uğraşların görece rahat hayatına bırakmış oldu.

Birçok meslektaşının aksine, Camus’nün düşüncesi politik olarak nispeten farklılık göstermekteydi. Bu durum, onun tartışmalı meselelerde pek rağbet görmeyen pozisyonlar almasıyla gözler önüne serildi. Ağustos 1945’te, Hiroşima’ya atom bombası atılmasını açıkça eleştiren bir avuç gazeteci arasındaydı. Camus, 1948 yılında Fransız anarşist öğrenci hareketine katılmasıyla, komünizmin kırmızı bayrağını anarşizmin siyah bayrağıyla değiştirmiş oldu. Ayrıca, ideoloji ve şiddet yerine doğaya ve ölçülülüğe öncelik tanıyan Akdeniz hümanizmini destekleyen makaleler yazdı.

1952 yılında Sartre ve Camus arasında sert bir kopuş meydana geldi. Bu kopuşun parlama noktası, Sovyetler Birliği’yle ilgili fikir ayrılığına düşmeleriyle ortaya çıktı. Görünen oydu ki Sartre, Stalin’in terörünün büyüklüğünü inkâr ediyor ve Camus, Sartre’ın Ultra-Bolşevizm’inde[1] kasten ikiyüzlü bir tutum görüyordu. Rivayete göre, Sartre ve Camus bir daha asla birbirleriyle konuşmadılar. Yine de Camus öldüğü zaman Sartre, France-Observateur adlı gazetede, Camus’nün yaşamını ve eserlerini öven içten bir methiye yazdı.



Camus’nün Absürt Başa Çıkma Stratejileri

Absürdizm, Camus’nün varoluşçuluk biçimidir. Peki, absürt nedir? Camus’ye göre “absürtlük”, “büyük bir boşluk, arzulananlar ve gerçeklik arasında var olan neredeyse tuhaf bir uçurum” anlamına gelmektedir. Hayatlarımıza yatırım yaptığımız anlam ve planlama arasındaki uçurum ile akıldışı evrenin alaycı kayıtsızlığı nedeniyle; Camus, hayatın bizzat kendisinin absürt olduğunu ileri sürmüş ve bu fikri eserlerinde keşfetmişti.

Absürtlük fikri, yazar Franz Kafka (1883-1924) tarafından da iyi bir şekilde sergilenmişti. Kafka’nın insanı rahatsız eden romanı Dava’da, ana karakter Joseph K kendisini gerçek bir kâbusun içinde bulur. Birbirine kenetlenmiş tehditler, suçlamalar ve imalardan oluşan karmakarışık bir mahkeme sistemine karşı mücadele eder fakat hiçbir şey olması gerektiği gibi çalışmaz ve gördüğü, duyduğu her şey Joseph K’nın yoluna taş koyar; neticede o, iki bürokratik soytarı tarafından idam edilir. Tıpkı Joseph K gibi, biz de ne etrafımızı saran absürtlüğe ait olabiliriz ne de ondan kaçabiliriz.

Camus, absürt durumumuzun bizi sık sık yapay baş etme stratejileri seçmeye nasıl zorladığını açıklar. İlk olarak, bu tarz bir baş etme stratejisi gerçek anlamda intihardır; çünkü hayatın absürtlüğü şu soruyu sordurur: Eğer evren bize karşı bu kadar kayıtsızsa, neden sadece kendimizi öldürüp hayatın üstesinden gelmiyoruz? Sisifos Söyleni bu soruyu açımlayarak başlar. Ama Camus, benliği yok etmenin korkaklık sınırında bir boyun eğme hareketi olduğunu öne sürer –kişi başkaldırma özgürlüğüne sahipken, bu yersiz bir vazgeçmedir.

Hayatın absürtlüğüyle yüzleşmek için kurulabilecek ikinci strateji, felsefi açıdan intihar etmektir –eleştirel düşüncemizin ölümüdür. Camus, felsefi intiharı, “korkunç bir dünyada rahatsız edici düşüncelerden kaçınmak için düşünmeyi durdurmak” olarak tanımlar. Böylece, umursamaz bir evrenle doğrudan yüzleşmek yerine; gerçeği örten, makul bir hikâyeyi kabul ederiz. Bu yüzden çeşitli dini ve seküler öğretiler, evrenin bir şekilde şahsi yazgımızı önemsediği umudunun beslenmesine hizmet eder. Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam dinlerinden her biri, itaatkâr bir inanan üzerinde yatıştırıcı bir etkiye sahip olabilir ya da aynı baş etme stratejisi seküler inanç yapısına dayanabilir. Mesela Karl Marx; bir komünistin sabah ava çıktığı, öğleden sonra balık tuttuğu, akşam sığır yetiştirdiği ve akşam yemeğinden sonra düşünsel bir tartışmada bulunduğu ütopik bir görüşü destekliyordu. Ayrıca G.W.F. Hegel de, aklın kurnazlığı aracılığıyla Geist‘in (tarihin ruhu), ideal bir toplum için bize rehberlik ettiğini düşündü. Yine de Camus, Hegel’in çalışmasını, iktidarı ve devleti göklere çıkarmaktan biraz daha fazlası olarak gördü. Dinî ya da seküler olan bu tür tüm düşünceler, daha yüksek bir varlığın veya gücün (diyalektik gibi) başta olduğu inancıyla desteklenir. Camus bu tarz fikirleri, “kendini kandırma egzersizi” olarak yorumlamıştır.

Absürtten kaçışımız bizi bazı garip yollara sürükler. Motosiklet çetelerinden tüketim kültürüne kadar, kaçış stratejisiyle doluyuzdur –fakat böyle bir avuntu, evrenin donuk kayıtsız bakışlarından sadece geçici bir süreliğine uzaklaşmayı sağlar.

Dinî tarzda felsefi intihar olgusu, Danimarkalı filozof Søren Kierkegaard’ın (1813-1855) yazılarında da bulunur. Kierkegaard ve Camus, hayatın absürtlüğüne tanıklık ederler ama önemli bir konuda birbirlerinden ayrılırlar. Kierkegaard için rasyonelliğin tam olarak geçerli olmadığı, dünyevi varoluştan çok daha büyük bir şey vardır –Tanrı inancı –; hâlbuki Camus için anlamsız olan, başkaldırı yoluyla anlamlanır.

“Camusvari” bir başkaldırının iyi bir örneği, Herman Melville’in epik romanı Moby Dick’te (1851) kendini gösterir. Geminin yetkilileri Starbuck, Flask ve Stubbs; balina avcılığı için kullanılan Pequod isimli geminin komutasını, saplantı derecesinde intikam peşinde olan Kaptan Ahab’ın elinden almayı düşünür. Stubbs, hayattaki her tuhaf şeye, “bir gülüş verilebilecek en zekice ve en kolay cevaptır” diyerek aralarındaki uğursuz tartışmayı noktalar. Bu tutum, hayatın absürtlüğüne karşı bir başkaldırıdır.

Camus’nün başkaldırısı bize, coşkun bir özgürlük duygusuna giden asil bir yol sağlayabilir. Artık düşünce durduran felsefi intihar olasılığına bağlanmış değiliz, absürtten kaçınmak için değil, onu kucaklamak için başkaldırıyoruz.

Not:

Camus’yü öldüren kazanın yaşandığı yerde, olay örgüsü yazarın gençlik dönemlerine benzeyen İlk Adam başlıklı romanın bir kısmı bulunmuştur. Camus’nün dul eşi Francine, otuz dört yıl boyunca bu eserin yayımlanmasını engeller. Ancak eser, 90’lı yılların ortalarında meselenin tekrar düşünülmesinin ardından büyük bir şöhretle yayımlatılır.[2] Ve böylece, onun mirası, yüzleştiği sorunlara dair bize kolay cevaplar bırakmasa da, kısa soluklu yaşamının sınırlarını aşar. Camus’nün kısa ama öz bir şekilde ortaya koyduğu gibi “dünyayla uyum içinde, arkadaşlarımızla mutlu olmalı ama yine de bizi ölüme sürükleyen bir yolu takip ederek mutluluğumuzu kazanmalıyız.”


Albert Camus'un Eserleri

  • Romanları:
    • Yabancı (L'Étranger) (1942)
    • Veba (La Peste) (1947)
    • Düşüş (La Chute) (1956)
    • Mutlu Ölüm (La Mort heureuse) (ölümünden sonra, 1970)
    • İlk Adam (Le premier homme) (ölümünden sonra, 1995)

  • Hikayeleri:
    • Sürgün ve Krallık (L'exil et le royaume) (1957)

  • Oyunlar:
    • Asturya'da İsyan (1935 yılında yazıldı)
    • Caligula (1938'de yazıldı, 1945'te oynandı
    • Yanlışlık (1943'te yazıldı)
    • Sıkıyönetim (1948"de yazıldı (İlk kez, 27 Ekim 1948'de, "Madeleine Renaud-Jean-Louis BarraultTopluluğu" tarafından, Simonne Volterra'nın yönettiği Marigny Tiyatrosu'nda oynanmıştır.)
    • Adiller (1949 yılında yazıldı)[14]

  • Denemeler:
    • Sisifos Söyleni (Le Mythe de Sisyphe) (1942)
    • Tersi ve Yüzü (L'envers et l'endroit) (1937)
    • Başkaldıran İnsan (L'Homme révolté) (1951)
    • Düğün ve Bir Alman Dosta Mektuplar (Lettre a un ami allemand) (1945)
    • Ölüm Cezası Üstüne Düşünceler (Reflexions sur la guillotine)
    • Albert Camus, Maria Casarès. Correspondance inédite (1944-1959). Avant-propos de Catherine Camus. Gallimard (2017)





"MARK WOLYNN - Seninle Başlamadı Kitap İncelemesi"

Bu kadar karmaşık olan bu konuları gayet basit, samimi, etkileyici, ve sıcak bir dille yazması, Mark Wolynn 'un bilgisi karşısındaki ha...

Bu Ay En Çok Okunanlar