"FYODOR DOSTOYEVSKİ - Ev Sahibesi Kitap İncelemesi"




En iyi kitapları en büyük yazarlar yazıyorsa. En kötü kitapları da onlar yazmış olmalı!

Ev Sahibesi
Ev Sahibesi, ile alakalı
Fyodor Dostoyevski
Fyodor Dostoyevski'nin az bilinen efsanesi dediklerine bakmayın sakın.

Kitap gerçekten bir hayli kötüydü! Bu kadar kolay anlatılabilecek bir kaç öyküyü -en son bölümdeki öykü hariç- anlatılabilecek en dolambaçlı yoldan anlatması bir yana.
Her bir bölüm birbirinden son derece uzak, son derece kopuktu.

-Yazıldığı dönemde de zaten büyük eleştiriler almıştı-
Ev Sahibesi
Ev Sahibesi, ne kadar
Karamazov Kardeşler
Karamazov Kardeşler ve
Suç ve Ceza
Suç ve Ceza’nın tohumlarını taşısa da,
Fyodor Dostoyevski
Fyodor Dostoyevski'nin gençlik eseri olduğu çok belli.
Fyodor Dostoyevski
Fyodor Dostoyevski,
Ev Sahibesi
Ev Sahibesi'nin karakteri aracılığıyla, toplumun beklentileri ve sınıf ayrımlarının insanlar üzerinde nasıl baskı oluşturduğunu göstermeye çalışmış olsa da; bu konu da başarısız olmuş.
Bunun yerine daha çok, toplumun kabul ettiği roller ve normlar tarafından şekillendirilmiş karakterlerle birlikte, okurken mutsuzluğu artmış bir okuyucu elde edebilmiş sadece… Özetle;

Fyodor Dostoyevski
Fyodor Dostoyevski,
Ev Sahibesi
Ev Sahibesi'nin diğer büyük eserleri kadar derinlikli ve çarpıcı bir etki yaratmadı bende. Karakterlerin gelişimi ve hikayenin akışı büyük ölçüde tutarsızlık gösterdi. Yazarın diğer eserlerindeki kadar keskin ve etkileyici bir toplumsal eleştiriye sahip olmaması da dikkat çekiciydi.
Ev Sahibesi
Ev Sahibesi,
Fyodor Dostoyevski
Fyodor Dostoyevski hayranları için ilginç bir okuma olabilir, ancak daha geniş bir kitleye hitap etmekten uzak bir kitaptır.

"OGAİ MORİ - Yaban Kazı Kitap İncelemesi"



 

“Bir süre sonra o arka sokakta devrim niteliğinde değişimler yaşandı. Bir gece Suezo oradan geçerken işporta tezgâhını duvarın dibindeki yerinde görmedi. Daima sessiz olan evin civarı da o zaman revaçta olan deyimle söylersek, medeniyet gelmişçesine değişmişti.”

"Yaban Kazı" isimli roman, Japonya'da 1800'lerin sonu ve 1900'lerin başında geçen bir hikayeyi anlatıyor. Roman, O-Tama ve Okada isimli iki ana karakterin etrafında dönüyor. O-Tama, yaşlı ve fakir babasının son dönemlerinde mutlu etmek için zengin bir tüccarın metresi olmayı kabul eden genç bir kadındır. Okada ise, O-Tama'ya aşık olan genç bir adamdır.

Romanın anlatıcısı, Okada'yı "erkek güzeli", "karakterli ve dengeli yaşayan insan" olarak tarif ediyor ve hikayenin başlangıcını, Okada'nın pencerede gördüğü O-Tama ile tanışmasıyla oluşuyor. O-Tama'nın zengin bir tüccarın teklifini kabul ederek metres olmasıyla başlayan hikaye, Japonya'daki kadın-erkek ilişkileri, Batılılaşma, modernleşme ve geleneklerle ilgili gerilimlerin işlendiği bir atmosferde gelişiyor.

Roman, O-Tama'nın babasının iyiliği ve rahatı için aldığı kararın kolay olmadığını ve yaşadığı baskıyı okuyucuya detaylı bir şekilde aktarıyor. Anlatıcı, O-Tama'nın zihinsel durumunu;

 "Başına gelenlere razı olmak, bu genç kadının en sık tecrübe ettiği zihinsel durumdu, ruhunun o kanalı, sık sık yağlanan bir makine gibi pürüzsüz çalışıyordu."

 şeklinde ifade ediyor.

O-Tama, babasının mutluluğunu düşünerek isteksizce adım attığı yeni hayatı ve tercihleri nedeniyle toplum tarafından dışlanmış hissediyor. Dahası, bir metres olduğu adamın işi değil, "eşi gibi" göründüğünün de farkında. Kısacası, çelişkiler ve gerilimler yumağı içinde kalan O-Tama'nın zihnini derinliklerine iten Mori, okuru yalan-gerçek ikileminin ortasına bırakırken, genç kadının içindeki fırtınayı şöyle resmediyor:

"O-Tama, babasını mutlu etmek dışında hiçbir amacı olmadığı için, babasını kesin bir dille reddettiği bir hayatı bırakıp bir metres olmuştu. Ancak, "beyim" dediği adam bir tefeci çıktığında, dünyası karardı. Kalbindeki kederi tek başına yenemeyen O-Tama, hislerini babasıyla paylaşmak istedi, beraber dertleşiriz diye düşündü. Ancak, gölet kıyısındaki babasını ziyaret ettiğinde, onun huzurlu yaşantısına şahit olunca dili varıp bir şey diyemedi. Konuşmak, ihtiyarın içki çanağına bir damla zehir dökmek gibi olacaktı. O-Tama, "Pekâlâ! Acı çeksem de acımı kalbime gömeceğim" diye karar verdi ve bu kararla birlikte, başkalarına bel bağlamaktan başka bir şey bilmeyen genç kadın, ilk kez bağımsızlığın nasıl bir duygu olduğunu hissetti."

O-Tama, "beyi"nden uzaklaştığını düşündüğü dönemde Okada ile tanışıyor. Sıradan bir öğrenci olarak penceresinin önünden geçerken, Okada'nın verdiği selam O-Tama'yı heyecanlandırıyor.

Dışarıdan bakıldığında her şeyi tam gibi görünen O-Tama'nın hayatında, kendisinin pek seçemediği, hissetse de adını koyamadığı eksiklikler var. Okada ile ilk karşılaşması heyecanlı hale getiriyor ve konuşarak içini dökmek ihtiyacına yanıt veren bu genç öğrenci, O-Tama için "derhal almayı arzuladığı bir şeye dönüşüyor."

Yaban Kazı romanında, Japonya'da yaşanan hızlı değişimlere benzer şekilde O-Tama ve Okada arasındaki iletişim ve ilişki de hızla gelişirken, O-Tama'nın zihninde kuşkular uyandığı ancak yüreğinin başka şeyler söylediği anlatılır. O-Tama, güçlü bir kadın olmasına rağmen, resmi olarak herkes
çe dışlanan ama gizliden gizliye de kıskanılan bir metres olmanın acısını öğrenmiş, bu sayede toplumla alay eden bir mizaç geliştirmiştir. Ancak, henüz yüreği katılaşmamıştır ve bir yurt talebesi olan Okada'ya yaklaşmaktan korkmaktadır.

O-Tama ve Okada'nın iletişimi ve ilişkisi, 1800'lerin sonunda Japonya'daki gelenek-modernlik gerilimine benzerlik göstermektedir. O-Tama, yüzü geleceğe dönük olsa da geleneklerin kendisini frenlediği bir karakterken, Okada modernliği temsil etmektedir.

Mori, romanda bu metaforları kullanarak O-Tama ve Okada'nın "kaderini" belirleyen tanışma ve tam anlamıyla bir araya gelememe hikayesiyle ortaya çıkar. İmkansız değil belki ama eksik bir aşk hikayesi bu. Kişilik çözümlemelerinin önemli bir yer tuttuğu 'Yaban Kazı'nda Mori, iki ana karakterin penceresinden bakarak Japon edebiyatında önemli bir noktada yer almaktadır.

Her şey bir yana, bu kitabı okumak insanı o kadar meraklandırıyor ki nasıl bitirdiğinizi anlamıyorsunuz. 2. Dünya savaşı sonrası Modern Japon edebiyatının ilk yazarının eseri olması ayrı güzeldi. Mutlaka okumaktan zevk alacağınız bir kitap.

"VIKTOR HUGO - Bir İdam Mahkumunun Son Günü Kitap İncelemesi"



Victor Hugo

Victor Hugo, tarihte ölüm cezasına karşı olan nice aydınlardan biridir. Bu cezanın yanlışlığını ve kaldırılması gerektiğini halka ve diğer yetkili kişilere

Bir İdam Mahkûmunun Son Günü

Bir İdam Mahkûmunun Son Günü isimli eserinde anlatmaya çalışmıştır.

İdam cezasının acımasızlığına odaklanarak, insanların başkalarına ne kadar acımasız davrandıklarını ve hayatın ne kadar değerli olduğunu vurgulamaya ne kadar çok çalışmış olduğu ortada duran bir gerçek. Bunun yanı sıra eserde, dönemin adalet sistemi eleştirilerek mahkûmların hayatının yalnızca hâkimin birkaç sözüne bağlı olması vurgulanmaktadır. Benim en çok etkilendiğim kısım hiç şüphesiz romanın sonuydu. Halkın idam cezasını heyecanla, korkunç bir zevk ve iştahla izlemesi çok acı.

Victor Hugo

Victor Hugo, muhtemelen böyle bir ana şahit olmuş. Eserini başarılı bir şekilde kurgulamış fakat bu yazılanların yalnızca kurgudan ibaret olduğunu söylemek doğru olmaz. Yazarın öfkesini, acıma duygusunu, ruh hâlini her satırında hissetmek mümkün;

“İnsanların hepsi belirsiz bir süre için ertelenen ölüm cezasına mahkûmdurlar.”

Anlatılanlar genele bakıldığında realist gibi görünse de başkarakter olan idam mahkûmunun romantik bir kişiliğe yakın olduğunu açıkça görebiliyoruz. Mahkûm, kaçınılmaz sonunu beklerken beş hafta boyunca çoğunlukla karamsar, yer yer umutlu bir ruh hâline bürünüyor.

Victor Hugo

Victor Hugo o kadar başarılı ki okurken kendini bu karakterin yerine koymayan var mıdır merak ediyorum.

Okumayı bitirdiğimde, kendimi giyotin masasında o mahkûmla beraber infaz edilmiş gibi hissediyordum. Oldukça derin izler ve düşünceler içinde bırakan

Bir İdam Mahkûmunun Son Günü

Bir İdam Mahkûmunun Son Günü'nü herkese öneriyorum.


"Bir Yazarın Yürekli Kalemi: Victor Hugo"

 


VICTOR HUGO


Victor Hugo, 26 Şubat 1802 yılında Fransa, Besançon'da doğdu. Napolyon'un bir kahraman olduğunu düşünen serbest fikirli bir cumhuriyetçiydi. Annesi 1812'de Napolyon'a karşı komplo kurduğu için idam edilen General Victor Lahorie ile sevgili olduğu düşünülen Katolik bir Kralcıydı.


Victor Hugo'nun çocukluğu ülkede siyasi karmaşıklığın olduğu bir dönemde geçti. Doğumundan iki yıl sonra Napolyon İmparator ilan edilmiş, 18 yaşındayken de Bourbon Monarşisi yeniden tahta geçirilmişti. Victor Hugo'nun ailesinin ters dini ve politik görüşleri Fransa'da egemenlik mücadelesi veren kuvvetleri yansıtıyordu. Hugo'nun babası İspanya'da yenilene kadar orduda yüksek rütbeli bir subaydı.


Babası subay olduğu sürece aile sık sık taşındı ve bu yolculuklar sırasında Hugo pek çok şey öğrendi. Çocukluğunda Napoli'ye giderken geniş Alpler'deki geçitleri ve karlı zirveleri, muhteşem Akdeniz mavisini ve şenlikler yapılan Roma'yı gördü. 5 yaşında olmasına rağmen bu 6 aylık geziyi her zaman aklında tuttu. Aile Napoli'de birkaç ay kalıp doğruca Paris'e döndü.

Hugo'nun annesi Sophie evliliğinin başında kocasına İtalya (Leopold Napoli'ye yakın bir vilayette valiydi) ve İspanya'ya (üç vilayette görev almıştı) kadar eşlik etti. Askeri hayatın getirdiği yorucu yolculuklar ve kocasının inancının zayıflığı nedeniyle ters düşmelerinden dolayı Sophie 1803'te Leopold'dan bir süreliğine ayrılıp üç çocuğuyla Paris'e yerleşti. Bundan sonra Hugo'nun eğitimi ve yetişmesi üzerine eğildi. Bu yüzden Victor Hugo'nun kariyerinin ilk dönemindeki şiir ve kurgu çalışmaları annesinin inancının ve krala bağlılığının yansımasıydı. Ama başını Fransa'daki 1848 Devrimi'nin çektiği olaylar sırasında Katolik Kralcı yanlısı eğitime başkaldırıp Cumhuriyetçiliği ve Özgür düşünceyi desteklemeye başladı.

Gençliğinde aşık oldu ve annesinin isteklerine karşı gelip çocukluk arkadaşı Adèle Foucher (1803–1868) ile gizlice nişanlandı. Annesi ile yakın ilişkisinden dolayı Adèle ile evlenmek için annesinin ölümüne kadar bekledi ve 1822'de evlendi.

Adèle ve Victor Hugo'nun ilk çocuğu Leopold 1823'te doğdu ama doğduktan kısa süre sonra öldü. Sonraki sene kızları 28 Ağustos 1824'te Léopoldine doğdu. Onu 4 Kasım 1826'da doğan Charles, 28 Ekim 1828'de doğan François-Victor, ve 24 Ağustos 1830'da doğan Adèle takip etti.

Victor Hugo'nun en büyük ve en sevdiği kızı Léopoldine, Charles Vacquerie ile evliliğinden kısa süre sonra 19 yaşındayken 1843'te öldü. 4 Eylül 1843'te Seine nehrinde boğuldu. Gemi alabaro olduğundan ağır eteği tarafından dibe doğru çekildi ve kocası Charles Vacquerie de onu kurtarmaya çalışırken öldü. O zaman metresi ile Fransa'nın güneyinde seyahat etmekte olan Hugo kızının ölümünü oturduğu cafede okuduğu bir gazeteden öğrendi. Kızının ölümü Victor Hugo'yu oldukça harap etti.

Sonraları da kızının yaşamı ve ölünmüyle ilgili birçok şiir yazdı. Bir biyografi yazarına göre de bundan asla vazgeçmedi. En ünlü şiiri Demain, dès l'aube kızının mezarına yaptığı bir ziyareti anlatır.

III. Napolyon'un 1851 yılının sonundaki askeri darbesi sebebiyle sürgüne çıktı. Fransa'dan ayrıldıktan sonra, Channel Adaları'na gitmeden önce kısa bir süre Brüksel'de yaşadı. 1852'den 1855'e kadar Jersey'de yaşadı. 1855'te 15 yıl yaşayacağı Guernsey'e taşındı. III. Napolyon 1859'da genel af ilan ettiğinde ülkesine dönme fırsatı elde ettiyse de sürgünde kalmayı tercih etti. Kaybedilen Fransa-Prusya Savaşı'nın sonucu olarak III. Napolyon iktidardan çekilmek zorunda kalınca ülkesine döndü. Paris Kuşatması'ndan sonra hayatının geri kalanını Fransa'da geçirmek için geri dönmeden önce tekrar Guernsey'e taşınıp 1872 ve 1873 arası orada kaldı.

Hugo ilk romanı olan ''Han d'Islande'' evliliğinden bir yıl sonra 1823'te yayımladı. 1826'da da ikinci romanı (Bug-Jargal, 1826) basıldı.

Zamanının çoğu genç yazarı gibi Hugo da, 19. yüzyılda Romantik Akımın ünlü temsilcisi ve Fransa'da edebi alanın önde gelen şahsiyetlerinden olan François-René de Chateaubriand'dan etkilendi. Hatta Hugo gençliğinde Chateaubriand gibi olamayacaksa bir hiç olmaya karar verdi. Hugo'nun hayatı da örnek aldığı kişiyle benzerlikler gösterir. Chateaubriand gibi Hugo da Romantizmin eksikliklerini gidermeye çalıştı, politikaya dahil oldu (genelde bir Cumhuriyet yanlısı olarak) ve siyasi görüşleri nedeniyle sürgün edildi.

Tutkusunu ve belagat yeteneğini ilk dönem eserlerine de yansıtan Hugo bu sayede genç yaşında şöhrete kavuştu. İlk şiir derlemesi Odes et poésies diverses 1822'de Hugo yalnızca 20 yaşındayken yayınlandı ve ona XVIII. Louis tarafından kraliyet maaşı bağlanmasını sağladı. Şiirlerin spontane çoşkusu ve akıcılığı büyük övgü alsa da asıl dört yıl sonra yayınlanan şiir kitabı (Odes et Ballades) Victor Hugo'nun muhteşem bir şair ve kelime kullanma üstadı olduğunu açıkça ortaya koydu.

Victor Hugo'nun kelimenin tam olarak olgun denilebilecek ilk kurgu eseri 1829'da basıldı. Bu eserde Hugo'nun daha sonraki işlerinde de değineceği toplumsal vicdanı keskin bir biçimde inceleniyordu. Le Dernier jour d'un condamné (Bir İdam Mahkumunun Günlüğü) isimli bu roman Albert Camus, Charles Dickens ve Dostoyevski gibi yazarlarda derin bir etki bırakmıştır. Fransa'da idam edilen gerçek bir katilin anlatıldığı kısa öykü Claude Gueux 1834'de basıldı. Bu hikaye bizzat Hugo tarafından sosyal adaletsizlik üzerine başyapıtı Sefiller romanının öncüsü kabul edilir.

Victor Hugo'nun ilk romanı Notre-Dame de Paris (Notre Dame'ın Kamburu) 1831'de basıldığından büyük başarı kazandı ve çabucak Avrupa'daki diğer dillere çevrildi. Eserin etkilerinden biri de Paris şehrini utandırarak romanı okuyan binlerce turistin görmeye geldiği uzun süredir ihmal edilen Notre Dame Katedrali'nin restore edilmesi oldu. Roman ayrıca Rönesans öncesi yapıların da bakıma girmesi konusunda etki etti.

Victor Hugo 1830'ların başında toplumsal sefalet ve adaletsizlik hakkında büyük bir eser üzerine çalışmaya başladı. Ama Sefiller'i tamamlamak tam 17 yıl sürdü ve roman nihayet 1862'de yayınlandı. Hugo romanının kalitesinin kesinlikle farkındaydı ve yayın hakkını da en yüksek teklife verdi. Belçikalı yayınevi Lacroix and Verboeckhoven o zaman için nadir görülen bir pazarlama kampanyasına girişti. Eser hakkındaki basın bültenleri yayından tam altı ay önce sunuldu. Başlangıç olarak romanın ilk bölümü ("Fantine") büyük şehirlerde piyasaya sürüldü. Teslim edilen kitaplar bir saat içinde tükendi ve Fransız halkında büyük etki yarattı.
             


Romana yapılan eleştiriler oldukça düşmancaydı. Hippolyte Taine samimiyetsiz bulmuştu, Barbey d'Aurevilly bayağı olduğundan şikayet ediyordu, Gustav Flaubert'e göre de kitapta ne gerçek vardı ne de cesamet, Goncourtlar yapaylıktan dem vuruyordu, Charles Baudelairegazetede olumlu eleştiriler yazmasına rağmen şahsi olarak "tatsız ve beceriksizce" bulduğunu söylüyordu. Yine de Sefiller vurguladığı sorunların Fransa Ulusal Meclisi'nin gündemine girmesini sağlayacak kadar popüler oldu. Dünya çapında tanınan bir roman oldu ve zaman içinde birçok kere sinemaya, tiyatroya ve sahne gösterilerine uyarlandı.

Tarihin en kısa mektuplaşmasının Hugo ve yayıncısı Hurst and Blackett arasında geçtiği söylenir. Sefiller yayınlandığında Victor Hugo tatildeydi. Kitabın aldığı reaksiyonu merak ederek yayıncısına sadece "?" yazarak bir telgraf gönderdi. Yayıncısı da ona sadece "!" yazarak romanın ne kadar başarılı olduğunu belirtti.

Hugo 1866'da yayınlanan bir sonraki romanı Deniz İşçileri 'nde toplumsal/siyasi sorunlardan bahsetmeye ara verdi. Buna rağmen kitap (belki de önceki romanı Sefiller'in başarısı nedeniyle) ilgiyle karşılandı. Sürgünde 15 yılını geçirdiği Guernsey adasına adadığı bu eserde, insanın denizle mücadelesini ve denizin derinliklerinde saklanan Kalamar hayvanının Paris'te alışılmadık bir şekilde moda oluşunu anlatıyordu. Kalamar yemekleri ve sergilerinden kalamar şapkaları ve partilerine değin Parisliler o zamanlarda pek çok yönden efsanevi olduğu düşünülen bu nadir deniz yaratığının etkisi altına girmişti. Kitabın etkisiyle Guernsey Fransızca'da kalamar anlamında kullanılır oldu.

1869'da basılan bir sonraki romanı Gülen Adam'da (L'Homme Qui Rit) tekrar siyasi ve toplumsal sorunlara döndü. Aristokrasinin eleştirel bir portresinin çizildiği roman önceki eserleri kadar başarılı olamadı ve Hugo kendisini gerçekçi ve natüralist romanlarının ünü kendininkileri aşan Gustave Flaubert ve Emile Zola ile arasındaki farkın açılmaya başlaması konusunda eleştirmeye başladı.

Son romanı Doksan Üç (Quatre-vingt-treize) 1874'te yayınlandı ve Hugo'nun daha önce uzak durduğu bir konu olan Fransız Devrimi'nde meydana gelen Terör Dönemi'ni ele alıyordu. Kitap yayınlandığı zaman Victor Hugo'nun itibarının zedelese de şimdilerde daha fazla bilinen eserleri kadar değerli olduğu düşünülür.

Üç başarısız girişimden sonra nihayet 1841'de Fransız Akademisi'ne seçilebildi. Bir grup Fransız akademisyen, özellikle de Etienne de Jouy, "Romantik Devrime" karşı mücadele ediyordu. Hugo'nun akademiye seçilmesini de geciktirmişlerdi. Hugo daha sonra giderek Fransız siyasetinin içine daha fazla girmeye başladı.

1841'de Kral Louis-Philippe tarafından asilzadeliğe yükseltildi. Ölüm cezası ve toplumsal adaletsizliğe karşı çıkıp Polonya'nın bağımsızlığını ve basın özgürlüğünü savunacağı Soylular Meclisi'ne girdi. Cumhuriyetçi hükümetin destekçisi olup, 1848 Devrimleri ve İkinci Cumhuriyetin kuruluşunu takiben Anayasa Meclisi ve Yasama Meclisi'ne seçildi.

Louis-Napolyon (III. Napolyon) 1851'de askeri darbe yapıp gücü ele geçirince anti-parlamenter bir anayasayı yürürlüğe koydu. Bunun üzerine Hugo da onu vatana ihanetle suçladı. Önce Brüksel'e ardından Kraliçe Victoria'yı eleştiren bir gazeteyi savunduğu için sınır dışı edildiği Jersey'e, son olarak da 1855 Ekim'inden 1870'e kadar kalacağı Guernsey'in başkenti Saint Peter Port'a ailesi ile birlikte taşındı.

Sürgündeyken III. Napolyon'a karşı Napoléon le Petit ve Histoire d'un crime adlı ünlü hicivlerini yayınladı. Hicivler Fransa'da yasaklandı ama buna rağmen etkileri büyük oldu. Guernsey'de sürgünde olduğu sırada aralarında Sefiller'in de olduğu en iyi romanlarını ve oldukça beğenilen üç şiir kitabını (Les Châtiments, 1853; Les Contemplations, 1856; ve La Légende des siècles, 1859) yayınladı.

İngiliz hükümetini terörist faaliyetlerden hüküm giymiş altı İrlandalıyı bağışlama konusunda ikna etti. Bu hareketiyle ölüm cezasının Cenova, Portekiz ve Kolombiya anayasalarından çıkarılmasına katkıda bulundu. Ayrıca Benito Juárez'e I. Maximiliam'ı bağışlaması için ikna etmeye çalışsa da başarılı olamadı. Ayrıca arşivinden çıkan bir mektupta ABD'ye gelecekteki itibarının zedelenmemesi için John Brown'ın hayatının bağışlanması gerektiğini yazdıysa da, mektup Brown infaz edikten sonra yerine ulaşabildi.

III. Napolyon 1859'da bütün siyasi sürgünler için genel af ilan etse de, Hugo bunun hükümete karşı eleştirilerinde daha yumuşak olmasına sebebiyet vereceğini düşünerek dönmeyi reddetti. III. Napolyon düşüp Üçüncü Cumhuriyet ilan edildiğinde nihayet 1870'te vatanına döndü ve çabucak Ulusal Meclise seçildi.

1870'te şehrin Prusya tarafından kuşatıldığı sırada Paris'teydi. Halka yemeleri için Paris hayvanat bahçesindeki hayvanlar veriliyordu. Kuşatma uzadıkça yemekler de azalıyordu. Hugo günlüğünde bilmediği şeyleri yemek zorunda kaldığını yazıyordu.

Sanatçıların hakları ve telif hakkı hakkında duyduğu endişe sebebiyle Uluslararası Edebiyat ve Sanat Derneği'ni kurdu. Bu dernek Edebi ve sanatsal eserlerin korunmasına dair Bern Konvansiyonu'nun da önünü açtı. Yine de Pauvert tarafından yayınlanan arşivlerinde "Her sanatta iki yaratıcı vardır; karışık duyguların sahibi insanlar ve bu duyguları tercüme eden sanatçılar, ve böylece insanlar sanatçıların kendi duygularına bakış açılarını takdir ederler. Yaratıcılardan biri öldüğünde verilen imtiyazlar diğerine geri dönmeli, yani halka" şeklinde görüşünü açıklıyordu.

1870'te Paris'e döndüğünde Hugo halk tarafından ulusal bir kahraman olarak selamlandı. Popüleritesine rağmen 1872'de Ulusal Meclise giremedi. Kısa bir zaman zarfı içerisinde hafif bir felç geçirdi, kızı Adèle akıl hastanesine kapatıldı (hayat hikayesi(The Story of Adele H. filmine ilham kaynağı oldu) ve iki oğlu öldü. Karısı Adèle de 1868'de ölmüştü.

Kendi ölümünden iki yıl önce 1863'te sadık metresi Juliette Drouet öldü. Kişisel kayıplarına rağmen yine de siyasetin içinde yer aldı. Yeni oluşturulan senatoya 30 Ocak 1876'da seçildi. Siyasi kariyerinin son demleri başarısızlıklarına sahne oldu. Partisiyle pek uyumsuzdu ve kısa sürede senatodan ayrıldı.

27 Haziran 1878'de hafif bir felç geçirdi. Şubat 1881'de 79. doğumgününü kutladı. Sekseninci yaşı için kutlamalar yapıldı. Kutlamalar Şubatın 25'inde Hugo'ya bir Sèvres vazosu hediye edilmesiyle başladı. Ayın 27'sinde ise Fransa tarihnin en büyük geçit törenlerinden biri yapıldı.

Gösteriler yaşadığı yer Avenue d'Eylau'dan başlayıp Paris'in merkezine kadar yayıldı. Geçit törenindeki yürüyüşçüler evinin penceresinde oturan Hugo'nun onuruna altı saat yürüdü. Törendeki her santim ve detay Hugo içindi; resmi rehberler bile Sefiller'deki Fantine'nin şarkısına bir gönderme olarak peygamber çiçeği takmışlardı. Ayın 27'sine gelindiğinde Avenue d'Eylau'nun adı Avenue Victor-Hugo olarak değiştirildi. Yazara gönderilen mektuplarda bile artık « Bay Victor Hugo'ya, Onun Paris'teki caddesine » şeklinde adres belirtiliyordu.

Victor Hugo 22 Mayıs 1885 tarihinde zatürreden dolayı Paris'te öldü. 


Ülkeye bir yas havası hakim oldu. O sadece saygı duyulan önemli bir edebi figür değil aynı zamanda Fransa'da Üçüncü Cumhuriyet'e ve demokrasiye yön veren bir devlet adamıydı. Zafer Takı'ndan gömüleceği Panthéon'e kadar götürüldüğü Paris'teki cenaze törenine iki milyondan fazla insan katıldı. Hugo, Panthéon'da Alexandre Dumas ve Emile Zola gibi önemli yazarlarla aynı yerde yatıyor. Fransa'da pek çok büyük yere onun adı verildi.

Victor Hugo ölmeden önce arkasında son sözleri olarak yayınlanacak beş cümle bıraktı;

"Fakirlere 50.000 frank bırakıyorum. Mezarlığa onlara mahsus cenaze aracı ile nakledilmek istiyorum. Hiçbir kilisenin benim için ayin yapmasını istemiyorum. Bütün ruhlardan benim için dua etmelerini rica ediyorum. Tanrıya inanıyorum."


Victor Hugo'nun Eserleri;

Şiir:

  • Doğulular
  • Cezalar
  • Dalıp Gitmeler
  • Müthiş Fil
  • Dede Olma Sanatı
  • Bu Çiçek Senin İçin
  • Diana
  • Dilenci
  • Fransa
  • Kadına Sitem
  • Gelin Böceği
  • Ağlamak İçin Gözden Yaş mı Akmalı
  • Sonbahar Yaprakları
  • Asırların Efsanesi
  • Söylesem Söyleyebilsem Ah Derdimi
  • Aşk Dilencisi
  • Aşkımın Aşkı

Tiyatro

  • Lucreca Borgia
  • Ruy Blas
  • Burgrave'lar
  • Hernani
  • Kral Eğleniyor
  • Mary Tudor

Roman

  • Notre Dame'ın Kamburu (1831, 1958)
  • Sefiller (1862, 1930)
  • İdam Mahkumunun Son Günü (1829, 1972)
  • Deniz İşçileri (1866, 1970)
  • İzlanda Hanı
  • 15 Yaşındaki Bir Kaptan
  • İhtiyar Balıkçı
  • Nişanlıya Mektuplar

Politika:

  • Doksan Üç İhtilali (1874, 1962) - 1973 Devrimi (1967) - Doksan Üç (1985)

"GEORGE ORWELL- Hayvan Çiftliği Kitap İncelemesi"

 


George Orwell’ın yazmış olduğu “Hayvan Çiftliği” dünya edebiyatında eleştiri türünün en başarılı yapıtlarından birisidir. Kitabını sade bir dille yazan George Orwell, masalsı bir anlatım sergilemiştir. Kitabın alt başlığı da “Bir Peri Masalı” olarak geçmektedir. Fakat, Orwell masalsı ögeleri kullanmak yerine gerçek olaylardan yola çıkmış ve eleştiri türüne farklı bir boyut kazandırmıştır. 1945 yılında ilk basımı yapılan kitap, 1940’lardaki sosyalizmi ele almaktadır. 

Orwell’ın, kitap kahramanlarını insan olarak değil de hayvan olarak kullanması kitabın daha çok dikkat çekmesini sağlamıştır. Her bir hayvan karakteri aslında her bir insan tiplemesinin örneğidir. Orwell, insan tiplemelerini hayvanlara o kadar iyi uyarlamıştır ki, kitabın sonunda hayvanlar ve insanlar birbirlerinden ayırt edilemez hale gelmiştir. Belki de hayvanlar ve insanlar arasında hiçbir fark yoktur. Önemli olan gücü elinde bulunduran kişinin izlediği yoldur.

Orwell, Stalin yönetimindeki Sovyetler Birliği’ni eleştiren ve sosyalizmin pratikteki ve uygulamadaki farkı ustaca dile getirmiştir. Kitapta hayvanlar “Eşitlik” kavramını kendilerine yol olarak belirleseler de, eşitlikten yoksun bir hayat sürmüşlerdir. İktidarda olma isteği, farklı insan tipleri eşitliğe engel oluşturmuştur. Orwell, sistemin ve karakterlerin adını vermeden keskin bir anlatımla kolayca okuyucuya bu tipleri yansıtmayı başarmıştır.

Bir gün çiftlik çalışanlarının hayvanları beslemeyi unutması, hayvanların kapıyı kırarak yemek yemeye başlaması, bunun üzerine Mr. Jones ve çalışanlarının hayvanları kırbaçlamaya başlamasıyla beklenen gün gelmiştir. Plansız bir şekilde hayvanlar sahiplerine karşı ayaklanmaya başlarlar. 

Hayvanların galibiyetiyle sonuçlanan bu isyan sonucunda insanlar çiftlikten atılır ve çiftliğin adı “Hayvan Çiftliği” olarak değiştirilir. 

Bu çiftlikte yaşayan hayvanların kendilerini sömüren insanlara karşı başkaldırıp çiftliğin yönetimini ele geçirirken amaçları daha eşitlikçi bir toplum oluşturmaktır. Aralarında en akıllıları olduğu düşünülen domuzlardan önder bir grup oluşturulur. Devrimi gerçekleştiren hayvanlar oldukları gibi yolundan saptıracak olan da yine onlar olacaktır. Domuzlardan iki tanesi diğerleri arasında dikkat çekmektedir: Snowball ve Napoleon. İktidara geçmek için mücadele eden bu iki domuzu Sovyet Devriminin liderlerinden Stalin ve Troçki’yle özdeşleştirmek mümkündür. Çiftlik için hayvanlar 7 temel ilke oluştururlar. Bunlar;


  • İki ayak üzerinden yürüyen herkesi düşman göreceksin.
  • Dört ayaküstünde yürüyen ya da kanatları olan herkesi dost bileceksin.
  • Hiçbir hayvan giysi giymeyecek.
  • Hiçbir hayvan yatakta yatmayacak.
  • Hiçbir hayvan içki içmeyecek.
  • Hiçbir hayvan başka bir hayvanı öldürmeyecek.
  • Bütün hayvanlar eşittir.

Kendini yönetenleri sorgulamayan, özgürlüklerini savunamayan, kendi gücünden habersiz yaşayanların özetle aklını kullanamayan hiçbir varlığın özgürlüğünün bir değeri yoktur. 

Özetle; Kitabı gerçekten çok beğendim. Özellikle günümüzdeki medyayı temsil eden karakter domuz Squelar'ın şu sözleri bana çok tanıdık geldi.

"Biz domuzlar düşün emekçisiyiz. Bu çiftliğin tüm yönetim ve düzeninden biz sorumluyuz. Gecemizi gündüzümüze katarak sizin için çalışıyoruz. Bu sütleri sizin uğruna içiyor, bu elmaları sizin uğrunuza yiyoruz. Biz domuzlar görevimizi yeterince yerine getiremezsek ne olur biliyor musunuz? Jones geri gelir. Aranızda jones'ın geri gelmesini isteyen tek bir hayvan yoktur sanırım.”

Mutlaka okunması gereken hiciv dolu bir kitap.
George Orwell - Hayvan Çiftliği
Son Sayfa

"ŞİRO HAMAO - Şeytanın Çırağı Kitap İncelemesi"


Shiro Hamao
Shiro Hamao,  
Şeytanın Çırağı
 Şeytanın Çırağı
iki kısa romanda iki farklı cinayet anlatılmakta. 

Birinci cinayette;

"Şeytanın çırağı" kendini ölümünden sorumlu tutulduğu kadın için eski bir tanıdığına yazdığı mektup ve olayları anlatması ile geçiyor.
İkinci cinayette;
“Onları Öldürdü mü?” isimli kısa roman ise genç bir avukatın herkesçe kabul gören cinayetin üstüne farklı bakış açıları ile ele alması ile oraya çıkan gerçekleri konu edinmekte. “Onları Öldürdü mü?” beni oldukça etkiledi ve hüzünlü bir şekilde bitti. Beklenenden daha farklı bir sonu olması, romanı daha çekici kılmakta.

Arka Kapaktan Alıntı: "Sayın Savcı Tsuchida, bir katil zanlısı olarak burada tutuluyorum. Fakat belki de aslında katil ben değilim. Evet. Belki. Böyle söylemek zorunda kaldığım için üzgünüm.”
Polisiye romanlarına başlamak istiyorsanız ve başlangıç niteliğinde bir eser arıyorsanız, Şeytanın Çırağı'nı mutlaka okumalısınız.

"GEORGE ORWELL - 1984 Kitap İncelemesi"




1984, George Orwell'ın distopik bir toplum tasviri olan klasik eseridir. Kitap, Totaliter bir rejimin hakim olduğu Okyanusya adlı bir ülkede geçmektedir.

Okyanusya’da dört bakanlık kurulmuştur: Barış Bakanlığı savaşın, Gerçek Bakanlığı yalanların, Sevgi Bakanlığı işkencenin, Varlık Bakanlığı yokluğun bakanlığıdır.

Barış Bakanlığı, “Savaş barıştır” prensibiyle bir muhalefet durumunda, kitleleri susturmak ve toplum düzenini sağlamak için bir savaş çıkartmaktadır.

Gerçek Bakanlığı, “Bugünü kontrol etmenin yolu tarihi kontrol etmekten geçer” prensibiyle gerçekler saptırılarak tarih yeniden yazılmaktır. Gazete haberleri liderin istediği söylemde değiştirilmektedir. Bellekler zayıflatılınca, içinde bulunduğumuz an daha önemli olur. Sevgi Bakanlığının işi, nefret üretmektir. Ülkede sevilmesi gereken tek bir kişi vardır: Büyük Birader. Toplum birbirinden nefret etmelidir.

Varlık bakanlığı insanların azla yetinmesini sağlayan bakanlıktır.

Ana karakterimiz Winston Smith, bu rejimin bir memuru olarak hayatını sürdürmektedir.

Ancak, otoritenin sınırlarına meydan okumak ve özgürlüğe olan özlemi, onu devrimci bir tutuma sürükler.

Roman, Orwell'ın kendine özgü dil ve üslubu ile yazılmıştır. Kitapta yer alan kavramlar, çoğu zaman Orwell'ın yaratıcı düş gücünden kaynaklanır. Olay örgüsü ilerledikçe, okuyucular için kafa karıştırıcı hale gelebilen birçok politik ve felsefi kavram ortaya çıkar.

Orwell'ın karanlık ve baskıcı toplum portresi, günümüz dünyasında da hala etkisini göstermektedir. 1984, özellikle totalitarizmin yükselişinin yaşandığı dönemlerde popüler bir kitap olmuştur. Roman, insanların özgürlüklerine olan bağlılıklarının ve toplumsal düzenin sorgulanmasının önemini vurgulamaktadır.

Kitapta yer alan karakterler, okuyucuların üzerinde derin bir etki bırakır. Winston Smith, baskıcı rejimden kaçma arzusu ile okuyucuların ilgisini çeker. Julia ise Winston'a aşkı ve tutkusu ile destek olur. Otoritenin yüzü olan Büyük Birader, kitapta belirsiz bir figür olarak varlığını sürdürür.

Kitapta bahsedilen kontrol mekanizmaları günümüzde gerçekleşti. Gelişen teknoloji yüzünden cep telefonları aracılığıyla kişiler izlenip dinlenebiliyor. Ayrıca Tweeter, Facebook, Instagram, imzalanan kampanyalar, ve mobeseler vasıtasıyla gözetlendiğini bilen toplumun hipnoz edilmesine sebep oluyor.

Yine gerçekleşmekte olan başka bir durum:

Günümüzde telefon mesajlaşmalarında kelimelerin kısaltılması. Bu kısaltmalar devam ederse, düşünceler de sonuç ve an odaklı olacak ve zamanla duygular da yok olacaktır.

"MARK WOLYNN - Seninle Başlamadı Kitap İncelemesi"

Bu kadar karmaşık olan bu konuları gayet basit, samimi, etkileyici, ve sıcak bir dille yazması, Mark Wolynn 'un bilgisi karşısındaki ha...

Bu Ay En Çok Okunanlar