"Bir Yazarın Portresi: Stefan Zweig'in Edebiyatındaki İnsanlık Hali"




 STEFAN ZWEİG


Stefan Zweig, 28 Kasım 1881’de Viyana’da dünyaya gelir. Babası kumaş tüccarı Moritz Zweig, annesi ise zengin bir tüccar ailesi olan Brettauer ailesinin kızı Ida Zweig idi. Zweig’ın doğum yeri olan Schottenring, Viyana’nın ünlü bulvarlarından biridir. Erkek kardeşi Alfred ile görkemli bir apartmanda mutlu ve rahat bir çocukluk geçirir.

Zweig ailesi dindar bir aile değildir. Nitekim Zweig ileride kendisini, bir rastlantı sonucu Yahudi diye tanımlar. Lise öğreniminin ardından, 1899 yılında Viyana Üniversitesi’nde Felsefe ve Edebiyat Bilimleri yüksek öğrenimine başlar. Edebiyata yatkın olduğunu 1901’de yayınlanan Gümüş Teller adlı şiir kitabıyla kanıtlar. Bir yıl sonra Viyana’nın büyük gazetesi Neue Freie Presse’ye edebiyat üzerine makaleler yazmaya başlar. Burada gazeteci Theodor Herzl ile tanışır. Genç Zweig’ın yeteneklerini sezen Herzl, onun ilk öykülerinden biri kabul edilen Yürüyüş’ü yayınlar.

Stefan Zweig 1904’te yayınlanan Erika Ewald’ın Aşkı öyküsüyle daha fazla tanınmaya başlar.

”Hayatın karanlık zorbalığını çoktan tatmış olduğunu düşünüyordu ve güçlü güvenini de bu bilinç üzerine kurmuştu; oysa şimdi bu güven gerçekler karşısında, tıpkı öfkeli bir yumruğun altında kalan oyuncak gibi paramparça olmuştu… Bir yerlerden ağır, ölçülü vuruşuyla bir saatin tik takları duyuluyordu; acımasız zamanın sert adımları gibi.” (Erika Ewald’ın Aşkı)

Fransızca’dan Almanca’ya Paul Verlaine, Baudelaire ve Èmile Verhaeren’in yapıtlarını çevirir. 1906 yılında yayınlanan ikinci şiir kitabı İlk Çelenkler’le Bauernfeld Ödülü’nü kazanır. 1905 – 1909 yılları arasında uzun yolculuklara çıkar, İspanya, Cezayir, Seylan ve Hindistan’ı ziyaret eder. 1910 – 1911 yıllarında Amerika Birleşik Devletleri’ne, Panama’ya, Küba’ya, Kanada’ya ve Meksika’ya gider. Bu yolculuklar sırasında değişik ülkelerden değişik sanatçılar ve edebiyatçılarla dost olur.

1914’te başlayan I. Dünya Savaşı yıllarında Viyana’daki Savaş Arşivi’nde göreve alınır. Genç yazar ilk yıllarda savaşa coşkuyla bakar, fakat kısa süre sonra hatasını kavrar. Aslında savaş karşıtı ve barışsever Zweig, I. Dünya Savaşı yıllarında doğar. İnsanlığı merkezine almış olan hümanizm anlayışını benimser. “Adil olmayan bir barış bile, en haklı savaştan daha iyidir” sözüyle de vurguladığı gibi, Zweig her daim uzlaşmadan ve barışçıllıktan yana olur, Avrupa’nın tecrübe ettiği savaşı çok saçma ve acımasız bulur.

1917 yılında terhis olur ve Viyana Neue Freie Presse gazetesinin muhabiri olarak Zürih’e yerleşir. İki yıla yakın İsviçre’de yaşayan Zweig, 1917’de Salzburg’da 1933’e kadar yaşamının en mutlu yıllarını geçireceği büyük villayı satın alır. 1920’de ise sekiz yıldır yakından tanıştığı Friderike von Winternitz ile Viyana’da evlenir. Salzburg yıllarındayken mesleğinde doruğa ulaşır. En güzel eserlerini o iki katlı, ağaçlar arasına gizlenmiş villada yazar. Amok Koşucusu, Hölderlin – Kleist – Nietzsche, İfritle Savaş, Korku, Leporella, Kitapçı Mendel Salzburg’da yarattığı sayısız eserden sadece birkaçıdır.


Zweig, 1922 tarihli Amok Koşucusu eserinde, doktor olarak yardıma ihtiyaç duyan bir insana el uzatmanın vicdani yükümlülüğüyle kendi karmaşık duyguları arasında sıkışıp kalan bir adamın hikayesini anlatır. Hollanda Doğu Hint Adaları’nda görev yapan bir doktor, dara düşüp kendisine başvuran çok zengin bir kadının yardım talebini geri çevirir. Zira kadının mağrur ve hesapçı tavrı karşısında büyük bir öfkeye kapılır, gururuna yenik düşer.

”Çünkü akşam ağırdan alır. Öğle zamanı gibi küstahça pencereden içeri bakmaz, duvarlardan karanlık sular gibi fışkırır, tavanı boşluğa doğru kaldırır, her şeyi yavaş yavaş alıp sessiz sularının içine karıştırır. Anlayabiliyor musunuz? Anlayabiliyor musunuz? Benim anlayamadığım şey; bir insan nasıl saatler boyunca hayatta kalır, neden ölenle birlikte ölmez, nasıl ertesi sabah kalkıp dişlerini fırçalar ve boyun bağını takar, benim hissettiğim şeyi hissettikten sonra nasıl normal yaşamına devam edebilir?” (Amok Koşucusu)

1922 tarihli Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu adlı uzun öyküsünün kahramanı olan kadın, yıllarca içinde büyütüp izini sürdüğü erkeğe yazdığı mektubuna ”Beni hiç tanımamış olan sana…” diye başlar. Eserin başkahramanı olan meçhul kadın mektubunda, on üç yaşından itibaren ölümüne kadar olan tutkulu aşkını anlatır.  Zweig’ın eserlerinde kişilerini Bay E. veya Bay R. olarak adlandırdığına tanık oluruz. Normal bir isim yerine kullanılan bu harflerin gizemini belki de hayatındaki ifade edemediği, dışa vuramadığı duyguları veya hissettiği politik baskıdan doğan engeller olarak algılamak mümkündür. Yazarın, bu tür isimler kullanarak varoluş kaygısı taşıdığı düşünülebilir ve kaleme aldığı eserler incelendikçe bu kaygının temalara da yansıdığı görülmektedir.

”Ey Sevgili, benim için, o çocuk için, ne kadar harika, ne kadar gizemli olduğunu anlıyor musun? O yaşta, büyük alemde kitap yazdığı, meşhur olduğu için saygı duyulan bir insanın, birdenbire genç, şık, bir oğlan çocuğu gibi neşeli, yirmi beş yaşında bir adam olduğunu keşfettikten sonra, evimizde, zavallı çocuk dünyamın tümünde beni senden başka hiçbir şeyin ilgilendirmediğini, on üç yaşındaki bir kızın, müthiş bir inatla, delice bir ısrarla senin hayatınla, senin varlığınla uğraştığını sana söylememe gerek var mı?” (Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu)

1925 tarihli Kendileriyle Savaşanlar’da Hölderlin, Kleist ve Nietzsche’nin yaşamöykülerini anlatır. Zweig, Hölderlin, Kleist ve Nietzsche’nin yaşamöykülerini, çağdaşları Goethe’nin hayatından kesitlerle birlikte ele alır.

”Hölderlin, Kleist ve Nietzsche’de ilk göze çarpan şey onların dünyayla olan bağlantısızlıklarıdır. Şeytan, Faust’ta bulduğu kişiyi gerçek hayattan koparıp atar. Üçünün de karısı ve çocuğu yoktur (tıpkı kan kardeşleri Beethoven ve Michelangelo gibi), evleri ve servetleri yoktur, sürekli bir meslekleri, güvenli bir makamları yoktur. Göçebe tabiatlıdırlar, dünya üzerinde başıboşturlar, toplum dışında, garip, hor görülen insanlardır ve tümüyle anonim bir varoluş sürdürürler. Dünyevi hiçbir şeye sahip değillerdir: Ne Kleist, ne Hölderlin, ne de Nietzsche kendine ait bir yatağa sahip oldu, hiçbir şey onların malı değildi, kiralık iskemlelerde oturup kiralık masalarda yazdılar ve yabancı bir odadan diğerine dolaşıp durdular.” (Kendileriyle Savaşanlar: Hölderlin, Kleist ve Nietzsche)



1927’de yazdığı insanlığın gelişimine ve dünya tarihine yön veren 12 tarihsel olayı anlatan kısa öykülerden oluşan Yıldızın Parladığı Anlar yapıtı ise deneme konusundaki ustalığını kanıtlar niteliktedir.

”Temkinli Murat’ın yerine bu genç, bu ihtiraslı ve şöhret ateşiyle kavrulan Mehmet’in Türklere sultan olduğu haberi, Bizans’ı dehşete düşürüyor. Zira yüzlerce casustan öğrenilmiştir ki, zafer ihtirası ile tutuşan bu adam, dünyanın bir zamanlar ki başkentini ele geçirmek için ant içmiştir. Genç yaşına rağmen gündüzlerini olduğu kadar gecelerini de, hayatının en büyük amacı olan bu işin uygulanması için askerî planlar yapmakla geçirmektedir. Yine aynı zamanda bütün haberlerin hep bildirdiğine göre yeni padişahın askerlik ve politika alanındaki kabiliyeti de eşsizdir. Mehmet, aynı zamanda hem dindar, hem acımasızdır. İhtiraslı olduğu kadar da katı yüreklidir. Bir bilim ve sanat adamıdır da; Sezar’ın ve Romalıların hayatlarını Latince aslından okur. Bu kibar ve hülya dolu bakışlı, keskin ve hırçın burunlu adam yorgunluk bilmez bir işçi, gözü pek bir asker ve çok dikkatli bir diplomat olduğunu göstermekte ve bütün bu tehlikeli özelliklerini aynı düşünce üzerinde yoğunlaştırmaktadır.” (Yıldızın Parladığı Anlar – Bizansın Fethi) 


1923’te tanıştığı Maksim Gorki ile uzun uzun mektuplaşır. Gorki’nin 1927’de ülkesine dönmesinin ardından, Zweig 1928’de Sovyetler Birliği’ne davet edilir. Kitapları Rusça’ya çevrilir. Jeremias, Yoksulluğun Kuzusu, Volpone ve Deniz Kıyısındaki Ev gibi başarılı tiyatro eserleri de kaleme almış olan Zweig o yıllarını ilerde şöyle anlatır: 

”I. Dünya Savaşı’ndan sonra o küçük kentin kasvetli manzarasını anımsayıp damından yağmur suları akan evimizde soğuktan titreştiğimizi düşündükçe, barış yıllarının değerini daha iyi kavrıyorum. Dünyaya ve insanlara inanmamıza izin vardı o yıllarda.”

1933 yılında iktidara gelen Nazilerin Avusturya’yı da ele geçireceklerini anlayan Zweig, 1934’te İngiltere’ye göç eder. Yahudi olmak, yaşamının büyük bölümünde hiç ön plana çıkmamıştır. Avusturyalı kimliği ise idari bir formaliteden öteye gitmemiştir. Ta ki Avusturya pasaportu iptal edilip İngiliz makamlarından pasaport yerine geçen beyaz bir kâğıt, vatansızlara verilen bir pasaport rica etmek zorunda kalıncaya kadar. Zweig daha düne kadar dünyanın her köşesinden gelen gelirini harcadığı, vergisini ödediği, yabancı bir konuk, bir beyefendi olduğu İngiltere’de bir anda bir göçmen, bir sığınmacı durumuna düşer. Burada kaldığı yıllarda kendisiyle aynı yazgıyı paylaşanların durumunu şöyle özetler:

 ”Özgür bir insan olarak doğmamıza rağmen, özne değil birer nesneydik ve artık hiçbir şey hakkımız değil, sadece resmi makamların bize verdiği bir lütuftu.”

Stefan Zweig, tarihte önemli adımlar atan değerli kişilerin hayatlarının yazılması gerektiği düşüncesine sahiptir, bu Sigmund Freud ve psikoloji biliminden etkilenmesi sonucu ortaya çıkmış bir durumdur. Zweig’ın bazı eleştirmenler tarafından bir psikolog olarak nitelendirilmesi, biyografik yapıtlarındaki psikolojik betimlemelerin üstlendiği işlevi net bir şekilde ortaya koyması açısından önemli görülür. Zweig’in biyografilerini farklı kılan, diğer biyografik çalışmalardan ayıran onun psikolojik-psikanalitik betimlemelerindeki başarısıdır. Yazar, Tanrısal bir anlatıcı konumuyla roman kişilerinin bilinçaltını okur. Yapıtlarının büyük bir çoğunluğunu biyografi türünde yazmış olan Zweig, bu alan sayesinde başarısını zirveye taşımıştır. Onun biyografi alanındaki başarısındaki önemli etkenlerden biri olarak güçlü bir empati yeteneğine sahip olması gösterilir. Yazarın, farklı kişilerin biyografisini yazarken büyük bir başarı elde etmesi ve başkasının acısını kendi içerisinde hissetmesi aynı zamanda başkası ile acı çekme yeteneğine sahip olduğu ile ilişkilendirilir.


Biyografilerinden en çok ses getirenleri şunlardır: Rotterdamlı Erasmus, Montaigne, Maria Antoinette, Romain Rolland, Macellan, Fouche, Üç Büyük Usta: Balzac, Dickens, Dostoyevski, Kendileriyle Savaşanlar: Hölderlin, Kleist, Nietzsche, Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar: Casanova, Stendhal, Tolstoy.

”Montaigne, bilgeliğin sırrını, amaca uygun formülleri arayan filozoflardan değildir. Herhangi bir dogmayı ya da öğretiyi istemez; katı iddialardan hep korkar: “Hiçbir şeyi serinkanlılıkla iddia etmemek, hiçbir şeyi de bir çırpıda yadsımamak.” Montaigne, hiçbir hedefe doğru ilerlemez. Onun pensée vagabonde’una (avare düşüşüne) uygun düşen her yol, aynı zamanda doğru yoldur.” (Montaigne)

”Balzac, okul arkadaşlarının aklında sadece şişko, dolgun yanaklı, kırmızı suratlı bir oğlan olarak kalmıştır; ancak onların anlattıkları sadece dış görünüşüyle ilgili şeyler olmaktan ya da doğruluğu kuşku götürür birkaç anıdan öteye gitmez. Louis Lambert’in yaşamöyküsel izler taşıyan sayfaları ise dâhi olan ve dâhiliğinden dolayı iki kat fazla acı çekmiş bir çocuğun trajik içsel yaşamını çok daha sarsıcı bir biçimde gözler önüne sermektedir.” (Balzac)

1936’da tüm kitapları Almanya’da yasaklanan ve II. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle İngiliz vatandaşlığına geçen Zweig, Londra’dan ayrılıp önce New York’a, sonra sırasıyla Arjantin’e, Paraguay’a, sonunda da Brezilya’ya gider. Aynı günlerde İngiliz vatandaşlığına kabul edilir. 1938 yılı Zweig’a yaşamında önemli değişiklikler getirir. Eşi Friderike’den boşanır, çok sevdiği  annesi Viyana’da ölür. Naziler’in Avusturya’ya girmesiyle vatanı dünya politikasından silinir.

1939 yılında kendisinden 27 yaş küçük sekreteri Charlotte (Lotte) Altmann ile evlenir. Ancak vatansız biri olarak sürgünde yaşamanın ne kadar zor olduğunu Brezilya’da sürgündeyken 1942’de yayımlanan, anılarından oluşan ve kendi kuşağının yaşadıklarını anlattığı, bir roman kadar sürükleyici olan Dünün Dünyası, Bir Avrupalının Anıları adlı eserinde şu sözleriyle anlatır:

”Sürgünün her biçimi kaçınılmaz olarak insanın dengesini alt üst ediyor. İnsan kendi topraklarının üzerinde değilse, normal davranışından uzaklaşıyor, güvenini kaybediyor, kendinden kuşku duymaya başlıyor. Yabancı belgelerle ya da pasaportlarla yaşamaya başladığım günden beri kendi benliğimle tam bir uyum içinde olmadığımı itiraf etmekten çekinmiyorum. Asıl ve kendi ben’imde doğal olan bazı şeyler sonsuza dek yok oldu. Doğamda var olandan daha çekingen oldum ve – bir zamanlar kozmopolit kişiliğe sahip olan ben – yabancı bir ülkenin havasını her soluyuşumda sürekli minnettar olmam gerektiği duygusundan kurtulamıyorum. (…) Hayır, elli sekiz yaşında bir insan olarak pasaportumun elimden alındığı gün, insanın yurtsuz kaldığında etrafı çevrili bir vatandan çok daha fazla şeyini kaybettiğini anladım.” 

Stefan Zweig’in Brezilya’da sürgünde olduğu bir dönemde kaleme aldığı, 1941’de yayımlanan son, ancak en önemli eseri Satranç’ta satranç oyunundan yararlanarak savaş döneminde bireylerin tüm olumsuzluklara rağmen ayakta kalma ve varolma mücadelelerine dair yaşanan süreci aktarır. Satranç hikayesi, karakterlerin davranışlarından hareketle psikolojik tahlillere yer veren bir hikayedir. Eserde, savaş döneminde Naziler tarafından tutuklandıktan sonra yurtsuzluğa mahkûm edilen bir karakterle dünya satranç şampiyonu olan bir karakterin satranç mücadelesi ele alınır. Hikayenin belki de en önemli özelliği, kurgu kişilerle gerçek kişiler arasındaki paralelliklerdir. Satranç okunduğunda, yazarın adeta kendisini anlattığı görülür ve hem kitaptaki karakterin hem de yazarın hazin sonu da birbirine benzer özellikler gösterir.

”Bu boşlukta, zamansızlıkta geçen bir dört ayın ne kadar sürdüğünü hiç kimse bir başkasına da kendine de anlatamaz, ölçemez, gözünde canlandıramaz; insanın çevresindeki bu hep aynı hiçliğin, bu hep aynı masa, yatak, leğen ve duvar kâğıdının ve hep aynı suskunluğun, insana bakmadan yemeğini içeri iten hep aynı gardiyanın, insanı çıldırtana kadar boşlukta dönüp duran hep aynı düşüncelerin insanı nasıl yiyip bitirdiğini ve yıktığını kimse kimseye anlatamaz.” (Satranç) 


Stefan Zweig, 16 ve 17 Haziran 1940 tarihli günlüğünde ;

”Hayatlarımız on yıllarca düzelmeyecek, benim önümdeyse on yıllar yok. Olmasını da istemiyorum (…) Bitti. Avrupa’nın işi bitti, dünyamız çökertildi. İşte şimdi tam anlamıyla vatansızız (…) Yıkıldım. Fransa, Avrupa’nın bu sevimli ülkesi mahvoldu, yıkılışı yüzyıllarca düzelmeyecek, kimin için yazacağım, ne için yaşayacağım”
şeklinde dillendirdiği ruh haliyle vatansız kalmayı, ayağını bastığı zeminin altından kayıp gitmesi olarak algılar ve sadece bedeninin tutunacağı bir mekanın yitip gitmesinden değil, ruhunun da dünyaya asılı kalmasından duyduğu huzursuzluğu yaşamaktansa ölmeyi tercih eder. 

Stefan Zweig eşi ile 23 Şubat 1942 tarihinde sabaha karşı Brezilya’nın küçük dağ kenti Petropolis’in Rua Gonçalves Dias adresindeki bahçeli küçük evde intihar ederek yaşama veda eder, arkasında ise şu satırları bırakır:

”Kendi isteğimle ve bilinçli olarak hayattan ayrılmadan önce, son bir görevi yerine getirmeye kendimi mecbur hissediyorum. Bana ve çalışmalarıma, böyle iyi ve konuksever şekilde kucak açan harikulade ülke Brezilya’ya içtenlikle teşekkür etmeliyim. Her geçen gün, bu ülkeyi daha çok sevmeyi öğrendim ve benim lisanımın konuşulduğu dünya, bana göre mahvolduktan ve manevi yurdum Avrupa’nın kendi kendisini yok etmesinden sonra, hayatımı yeni baştan kurmayı daha fazla isteyebileceğim başka bir yer yoktu. Ama 60 yaşından sonra, yeni baştan başlamak için özel güçlere ihtiyacım vardı. Benim gücüm ise, uzun yıllar süren yurtsuz göçüm sırasında tükendi. Böylece, ruhsal çalışması her zaman en büyük sevinci, bireysel özgürlüğü dünyanın en büyük nimeti olan bu hayatı, zamanında ve dimdik sona erdirmek bana daha doğru görünüyor. Bütün dostlarımı selamlarım! Umarım, uzun gecenin ardından gelecek sabahı görebilirler! Ama ben aşırı sabırsızım, bekleyemeyeceğim o sabahı.”

"WILLIAM SHAKESPEARE - Macbeth Kitap İncelemesi"



Dikkat bu inceleme küçük spoilerlar içerir

Özetle bu kitap -daha doğrusu oyunda denilebilir- Güç arzusu, ihanet ve trajedi gibi temaları içeriyor ve baş karakterimiz Macbeth'in, İskoçya Kralı olmak için işlediği cinayetler sonrası iç dünyasında yaşadığı çatışmayı anlatıyor.

Ayrıntıya girmek gerekirse:

Macbeth, hırslı bir askerdir ve bir gün kendisine kehanette bulunan cadılardan, İskoçya Kralı olacağına dair bir kehanet duyar. Eşi Lady Macbeth de, ona bu hedefe ulaşmak için yardım eder ve ona cinayet işlemesi gerektiğini söyler. Macbeth, güç arzusu nedeniyle düşüncesizce hareket eder ve sonunda cinayet işler. Ancak bu cinayet onun ruhunu yavaş yavaş mahveder ve daha sonra birçok suç işlemeye devam eder. Macbeth'in yanı sıra, Lady Macbeth de, karakterler arasında önemli bir rol oynar. Oyunun başında, Macbeth'e cesaret veren ve ona İskoçya Kralı olmak için yol gösteren Lady Macbeth, sonradan kendi suçluluğu ve acısının altında ezilen bir karaktere dönüşür. İkilinin arasındaki dinamik, oyunun en ilginç yönlerinden biridir ve çiftin birbirlerine olan bağımlılıkları, karanlık bir şekilde tasvir edilir.


Macbeth'den bir parça

İnsan doğasının en karanlık yönlerini araştıran ve güç arzusunun insanları nasıl mahvedebileceğini gösteren bir trajediydi benim için bu kitap -oyun- Karakterleri, yapısı ve temaları, hala modern edebiyat ve tiyatroya büyük etki etmektedir. Shakespeare'in üslubu ve oyunun derinliği, onu klasik bir eser haline getirmiş ve okurken bir tiyatro oyunu olarak yazılmasına rağmen yine de zihninizde yer ediyor.

Oyunun yapısı, beş perdeden oluşur ve her perde, oyunun farklı bir aşamasını temsil eder. Oyunun açılış perdesi, cadıların Macbeth'e kehanetleriyle başlar ve son perde ise, Macbeth'in ölümü ve düşmanları tarafından yenilgiyi temsil eder. Ayrıca oyun, büyük bir trajedi içermesinin yanında, karanlık bir atmosfere de sahipti.

 

"PAULO COELHO -Veronika Ölmek İstiyor Kitap İncelemesi"

 


Veronika Ölmek İstiyor
 Veronika Ölmek İstiyor
, bu kitap bana, sıradan bir hayat sürdüren genç bir kadının, hayatının anlamını ararken yaşadıklarını anlattı. Ana karakterimiz Veronica, bir kitapçıda çalışan genç bir kadındır ve hayatının sıradanlığından sıkılmıştır. Bir gün, hayatındaki anlamı bulmak için intihar etmek ister ama bu onu farkında olmadan bir ölüm deneyine sokar. Bu deney, Veronica'nın hayatında beklenmedik şekilde değişikliklere neden olur.

Bence romanın ana teması, insanın hayatındaki anlam arayışıdır.

Paulo Coelho
Paulo Coelho
, Veronica'nın hikayesi aracılığıyla, hayatın anlamı ve insanın hayatta neye önem vermesi gerektiği hakkında felsefi bir bakış açısı sunar.

Kitapta yer alan diğer önemli konular arasında bir miktar cinsellik, aşk, özgürlük, cesaret, inanç ve umut gibi temalar yer alır.

Paulo Coelho
Paulo Coelho
, bana göre bu romanında ölümü, insanların hayatındaki en büyük korkularından biri olarak ele alır. Ancak, ölümü ele alırken, insanların hayattaki gerçeklerle yüzleşmesi ve hayatlarını daha bilinçli bir şekilde yaşamaları gerektiği mesajını da verir. 

Romanın sonunda, Veronica'nın yaşadıkları, bana birçok düşündürücü soru sordurdu ve insanların hayatlarındaki anlamı ve değeri yeniden sorgulamaları gerektiğini farkettirdi.

Romanın kurgusu oldukça sürükleyiciydi ve bence genel olarak okuyucuları içine çekeceğini düşünüyorum. Zaten ,

Zaten ,
Paulo Coelho
 Paulo Coelho anlatımı, akıcı ve anlaşılır bir dil kullanması nedeniyle oldukça etkileyicidir. -bazı kitaplarını gereksiz bulsam da örneğin:
Simyacı gibi-
Simyacı

Olağan okumaların dışında bu Kitap, hem anlam arayışı hem de hayatın sıradanlığından sıkılmış olanlar için iyi bir okuma deneyimi sunar.


"Gerçekten istemenin yazarı: Paulo Coelho"


PAULO COELHO


Paulo Coelho, 1947 senesinde Brezilya'da dünyaya geldi.

Eğitimine San Ignacio'daki ilkokulda başladı. İlk edebi ödülünü okulundaki bir şiir yarışmasında aldı.

Yazarlığa başlamadan önce, ülkesinde tanınan bir şarkı sözü yazarı olan Coelho, ilk kitabını 1987 senesinde yayımladı.

Hac (Pilgrimage) adlı kitabında, Hıristiyanların Batı Avrupa'dan başlayıp İspanya'da Santiago de Compostela kentinde sona eren geleneksel hac yolculuğunu anlattı.

1988 senesinde yayınlanan Simyacı adlı kitabı onun en başarılı kitabı oldu.  42 ülkede yayınlanan, 26 dile çevrilen Simyacı, benzersiz bir başarıya ulaştı ve bu kitap sayesinde Gabriel Garcia Marquez'den sonra en çok okunan Latin Amerikalı yazar oldu. Ayrıca Simyacı “Yaşayan bir yazara ait en çok tercüme edilen kitap” olarak Guinness rekorlar kitabına girdi.

Yazar, edebi hayatının yanı sıra karısıyla birlikte kurdukları Paulo Coelho Enstitüsü'nde ülkesindeki yoksul çocuk ve yaşlılara yardım etti, 2002 senesinde Brazilian Academy of Letters'a üye kabul edildi, 1979'daki İslami Devrim'den sonra İran'a fikir alışverişi için davet edilen ilk Müslüman olmayan yazar oldu.

Bir dönem ailesi tarafından akli dengesi bozuk sanılan Coelho, üç kere akıl hastahanesine gönderildi. "Veronika Ölmek İstiyor" isimli romanını da bu dönemdeki tecrübelerinden yola çıkarak yazdı.

Coelho aynı zamanda Unesco'nun "Kültürlerarası Diyaloglar" programında danışman olarak görev yapmaktadır. 



Paulo Coelho'nun Sözleri

Cesur ol, risk al. Hiçbir şey deneyimin yerini tutamaz.

Ağızlar açılmıyorsa, söylenecek önemli bir şey var demektir.

Başarı nedir? Her gece başımızı yastığa koyduğumuzda, huzurla uyuyabilmektir.

Birinin gerçek yüzünü görmek istiyorsan, Kendisine hiçbir iyiliği dokunmayan birisine nasıl davrandığına bak.

Bizi en çok yaralayabilenler sevdiklerimizdir.

İnsan fırsatların gelmesini bekler, fırsatlar da insanın gelmesini. Fırsatlar bekler, insanlar bekler. Kazanan hep "mazeret" olur.

Kabul ediyorum! En büyük hatam, yüzüme gülen herkesi, kendim gibi sanmamdı.

Kitap, okuyucunun zihninde canlanan bir filmdir. Filmleri izledikten sonra "Ah, kitap daha iyi" deyişimizin nedeni budur.

Ok ancak geri çekerek atılır. Hayat seni zorluklarla geri çekiyorsa, seni daha büyük bir şeye fırlatacağı içindir. Nişan almaya devam et.

 

Simyacı:

Eğer buraya gelirsen, saklı bir hazine bulacaksın.

Kalbin neredeyse hazineni bulacağın yer oradadır.

Yaşamdaki basit şeyler en sıradışı olanlardır; sadece bilge kişiler onları anlayabilir.

 

Brida:

Yolunu bulduğunda korkmamalısın. Hatalar yapmak için yeterli cesaretin olması gerekir. Hayal kırıklığı, yenilgi ve umutsuzluk Tanrı’nın bize yolu gösterme araçlarıdır.

 

Işığın Savaşçısının El Kitabı:

Işığın savaşçıları mükemmel değildir. Onların güzelliği bu olguyu kabul etmelerinde ve hâlâ gelişmeyi ve öğrenmeyi istemelerindedir.

 

Zahir:

Benim dünyamda, her şey olanaklıdır ve her şey görecelidir.

 

Elif:

Geçmiş ve gelecek sadece zihnimizdedir. Oysa şu an, her ne kadar şimdi ise de, zamanın dışındadır, o sonsuzdur. Hindistan’da, onun yerine koyacak daha iyisini bulamadıklarından Karma sözcüğünü kullanırlar.

O geçmişte yaptığınız bugüne etki edecek bir şey değildir. O şu anda yaptığınız bedelini vererek geçmişi geri alacağınız ve sonra da geleceği değiştirebilecek olduğunuzdur.

 

TÜRKÇEYE ÇEVRİLMİŞ KİTAPLARI

  • Elif
  • Simyacı
  • Beşinci Dağ
  • On Bir Dakika
  • Kazanan Yalnızdır
  • Işığın Savaşçısının Elkitabı
  • Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum ve Ağladım
  • Akra'da Bulunan Elyazması
  • Veronika Ölmek İstiyor
  • Şeytan ve Genç Kadın
  • Portobello Cadısı
  • Aldatmak
  • Casus
  • Brida
  • Zahir
  • Hac





 

"OSAMU DAZAİ -Öğrenci Kız Kitap İncelemesi"




Bir okurunun kendisine gönderdiği günlüklerden esinlenerek yazdığı Öğrenci Kız’da Osamu Dazai isimsiz bir genç kızın bir gününü anlatıyor. Aklına takılan şarkıları, yolda düşündüğü ve gördüklerini, günlük yaşama dair ayrıntıları ve içten içe duyduğu hüznü büyük bir başarıyla kaleme almış.Kitabın bana hissettirdiği hepimizin yaşadığı ergenlik döneminin vermiş olduğu ruh hali. Hem en cesur hem en korkak, her şeyi başarabileceğine inanıp bir yandan her şeye yenilebilecek kadar toy olan o halimiz..


Tam da psikolojik olarak iyi hissetmediğim bir dönemimde okudum. Bazen kendimle konuşur gibi hissettim. Yazar çok basit bir durumu öyle profesyonel bir şekilde anlatmış ki.. Akıcı ve yalın anlatımıyla seyahatte okunacak türde bir eser. Bazı eserle kendimce aç bitir olarak tanımlıyorum. Öğrenci Kız'da bunlardan biri. Kahramanın herhangi bir isminin olmaması okuyucunun olayın başrolünde yer aldığı hissini yaratıyor. Yazar gerçekçi şekilde bir genç kızın içselliğini yansıtmıştı. Yer yer toplumsal kalıplara eleştiriler de mevcuttu. Genç kızın o hırçın halleri, sevilme arzusu, başkaldıran tutumları, yer yer depresif halleri. Okuyucunun zihninde kolaylıkla anlam bulabiliyor. Duygusal betimlemeler okuyucuya net bir şekilde geçiyor. Kısacası okuyun, okutturun.. En beğendiğim alıntı ise;
"Kitap okuma denilen şey benden koparılıp alınırsa hiçbir hayat deneyimi olmayan ben ağlanacak halde olurdum galiba. Kitapta yazılanlara işte o kadar çok güveniyorum. Bir kitapta okuduğumda onun için deli olur ona güvenip empati duyar onu özümser ve hayatımın bir parçası haline getirir başka bir kitap okuduğumda ise anında değişiveririm." (sayfa 17)

Sonuç olarak;
Osamu Dazai
Osamu Dazai'nin dil ve anlatımı gerçekten oldukça etkileyiciydi.
Ayrıca okurken, Otoko'nun içsel çatışmalarını ve yalnızlığını içselleştirdim. Onun hayatındaki kişisel ve toplumsal zorluklar beni derinden etkiledi. Ayrıca, romanın Japon kültürüne ve toplumuna dair eleştirileri, beni Japonya'nın modernizasyon sürecindeki değişimlerli ile ilgili düşündürdü.

Sonuç olarak, "Öğrenci Kız" romanı, kısa, hareketsiz ama kendine has güzelliği olan bir kitaptı.


"OSAMU DAZAİ - İnsanlığımı Yitirirken Kitap İncelemesi"

 

Osamu Dazai

Osamu Dazai, bana göre intiharın hayatının başından beri etrafında dönmüş bir insandır. İncelemem tamamlandıktan sonra ne demek istediğimi daha iyi anlayacağınızı düşünüyorum. 6 kere intihar girişimi, 3 kere de ailesinin evlatlıktan reddettiği, birçok kez evlenen garip bir hayat hikayesi ve böyle bir kafanın yazdığı bir kitaptan bahsedeceğim birazdan. Hazırsanız başlıyorum :


Etkilendiği yazarlardan bir tanesinin kitapta adı da geçen ;

Fyodor Dostoyevski

Fyodor Dostoyevski olduğunu net bir biçimde görebiliyoruz.

Osamu Dazai

Osamu Dazai, oldukça varlıklı bir ailenin mensubu idi. Çok çocuklu bir aile ortamında büyüdü ama kalabalıklar arasında her zaman yalnızdı. Kitapta da geçtiği gibi sürekli işi şakaya vuruyordu. Şaklaban olarak nitelemiştir kendisini o dönem için.

Babası daha 14 yaşında iken vefat etmiştir. En büyük idolü

Ryunosuke Akutagava

Ryunosuke Akutagava dır. Ama bu yazar 35 yaşında iken intihar etmiştir. Onun intiharı yazma serüvenini belirli bir süre bırakmasına vesile oldu. Kazandığı paraları hep kötü yollarda yiyordu. Ailesinin hiçbir zaman takdir ettiği bir evlat olamadı. Marksizm ile de ilgiliydi. Bu dönemde ilk intihar girişimini gerçekleştirmiştir. Zaten yazının başında da belirttiğim gibi asla hayatı kabullenememiş, yaşamaktan zevk almamış bir yazardır. Geyşa bir kadınla evlendiği için ailesi onu evlatlıktan reddetmiştir.

İlerleyen zamanlarda barda tanıştığı bir hostesle bir intihar girişimi daha yapmaya kalksa da yine başarılı olamamıştır. İntihara kalkıştığı hostes ölmüş ama Dazai yine hayatta kalmayı başarmıştır. Ailesi ile bu dönem arayı düzelse de, komunist parti üyeliğinden dolayı yine evlatlıktan reddedilmiştir.

Son Yıllar isimli kitabı aslında onun son kitabı olacaktır. Bu kitabı yazdıktan sonra yine intihara girişti ama asma girişimi yine başarısız oldu. Karısını aldattığı için, karısı ile birlikte yine intihar etmeye kalkıştı. Çok uyku hapı içtiler ama ikisi de ölemediler.
Bu evlilik bittikten sonra bir öğretmenle yine bir evlilik yaptı. Pasifik Savaşına hastalığından dolayı katılamadı. Tokyo daki evini Amerika bombaladı.Ama yara bile almadan tekrar kurtuldu. Savaştan dolayı dul kalan bir kadınla eşini bırakıp yaşamaya başladı.


İşte İnsanlığımı Yitirirken kitabı böyle bir dönemde yazılmıştır. Tomie Yamazaki adındaki bu kadınla beraber evlerinin yakınlarındaki nehre atlayarak sonunda intiharı başarılı olmuş ve hayatına son vermiştir.

Dazai nin kendi isminde bir ödül töreni ve anıt müzesi de vardır.

İnsanlığımı Yitirirken kitabı aslında yarı biyografik bir eserdir.

Kokoro

Kokoro kitabından sonra en çok satan 2. Japon Edebiyatı kitabıdır. Kitabı, şahsım adına psikolojik durumu iyi olmayan veya dönemsel olarak kendini pek iyi hissetmeyen kişilere önermiyorum. Ağır depresyon, intihar çerçevesi gibi sıkıntı bir tema üzerinde şekilleniyor kitap. İntihar yazara göre pek normal. Zaten yukarıda da belirttiğim gibi hayatla ilgili pek tutunacak dalı da yok. Kitaptaki karakterlerin hepsi hayal ürünüdür. Ama gerçek hayatta da bir karşılığının olduğuna da inanılıyor. Dazai, kitabın kahramanı gibi yukarıda belirttiğim gibi sık sık intihara kalkıştı. İntihar içinde yanına hep bir kadın buldu. Kitabın son parçasını yazdıktan kısa süre sonra intihar ederek öldüğü için çoğu kişi bu kitabı Dazai nin vasiyeti olarak görür.


Kitaptaki karakter, cinsel istismarı kimseye söyleyemez, çünkü bunun faydasız olacağını düşünür. Bu kısım beni derinden yaraladı. Çünkü bu durumu yaşayan binler, onbinler var. Şaklabanlığını fark eden aptal olarak nitelendirdiği arkadaşı ile samimiyet kurma düşüncesi beni nedensiz güldürdü. Yine bir fahişeyle beraber intihar etmesi yine kendi hayatıyla örtüşmektedir. Kitapta da kadın ölür ve kendi yaşamaya devam eder gerçekte de olduğu gibi. Eşinin cinsel istismara uğramasıyla ondan uzaklaşması kısmı beni delirtmeyi başardı. Ya Dazai hayatında, ya da kitabında çok acımasız. Hiçbir zaman doğru yolda yürümemişsin be arkadaş. Neyini savunacağız biz senin bilemiyorum.
Kitabı okuyan uzman bir psikolojik eğitimli biri olmanıza gerek yok. Yazarda net bir biçimde kişilik bozukluğu var. Ayrıca depresif bir kişi. Karmaşık travma sonrası stres bozukluğu olduğunu düşünüyorum. Benim anlamadığım kısım ama şu; bu arkadaş tamam normal değil, ama her defasında evlenecek ve intihara el ele tutuşarak gidecek kadınları nasıl bulabildin arkadaş ya? Bu ikna ve zeka göstergesi asıl beni büyüleyen oldu. Normal bir kafanın yazmadığını okuyunca çok net anlayacaksınız zaten sizde.

"MARK WOLYNN - Seninle Başlamadı Kitap İncelemesi"

Bu kadar karmaşık olan bu konuları gayet basit, samimi, etkileyici, ve sıcak bir dille yazması, Mark Wolynn 'un bilgisi karşısındaki ha...

Bu Ay En Çok Okunanlar