Yazarlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yazarlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

"Edebiyatın Devi: Johann Wolfgang Von Goethe'nin Estetik Mirası"

 


JOHANN WOLFGANG VON GOETHE



Dünya edebiyatının en büyük yazarlarından biri olan Johann Wolfgang von Goethe, yalnızca edebiyatla değil eğitim, doğa bilimleri ve felsefe de içinde olmak üzere pek çok konuyla yakından ilgilenmiştir.

Frankfurt am Main’de doğan Goethe’nin annesi, babası varlıklı ve aydın insanlardı. Evlerinde zengin bir kütüphane ve değerli bir resim koleksiyonu vardı. Wolfgang ve kız kardeşi Charlotte bu evde büyüdü. Aydınlanma Çağı’nın düşünceleriyle yetiştirilen Goethe küçük yaşta Fransızca, Latince ve Eski Yunanca öğrendi. O yıllarda Fransız işgali altında bulunan Frankfurt’ta sergilenen Fransız tiyatro topluluklarının oyunları küçük Wolfgang’ı çok etkiledi ve Fransız edebiyatına ilgi duymasına yol açtı.

18 yaşına gelince babasının isteğine uyarak hukuk öğrenimi için Leipzig’e gitti. Orada dönemin sanatçıları, edebiyatçıları ve arkeologlarıyla tanıştı. Eski Yunan sanatına hayranlığı bu sırada başladı. Gözlerini kullanmayı, bir insana ya da nesneye bakıp geçmek yerine, onu görüp tanımayı ve anlamayı öğrendi. Başladığı her işi en iyi biçimde yaparak sonuna kadar götürmek gibi bir özelliği vardı. Leipzig’e gittikten üç yıl sonra 1768’de ağır bir hastalıkla evine dönmek zorunda kaldı. Evde kaldığı iki yıl boyunca simya ve astroloji ile ilgilendi.

1774’te yazdığı ilk romanı Genç Werther’in Acıları (Die Leiden des jungen Werther) gerek anlatımı, gerek duygularının coşkunluğu ve çağdaş gençliğin duygu ve düşüncelerini yansıtmaktaki başarısıyla evrensel bir üne kavuştu. Bu romanla Alman edebiyatında Coşkunluk Akımı olarak bilinen yeni bir çığır açıldı. Bu yıllarda ilahiler kısa ama özlü, pırıl pırıl şiirler yazdı.


Goethe 1775’te Weimar Dükü Karl August’un çağrısı üzerine Weimar’a gitti. Dükün özel elçilik danışmanı olarak maden ocaklarını ve sulama projelerini denetlemekten, küçük Weimar ordusunun askerlerinin üniformalarını seçmeye kadar her türlü işle uğraştı. Weimar’da tanışıp âşık olduğu Charlotte von Stein, Goethe’vi her yönden etkiledi. Ondan aldığı esinle çok güzel şiirler ve baladlar  yazdı. İphigenie Tauris’ta (İphiginei ouf Tauris, 1787) ve Tarquato Tasso (1780-1787) adlı yapıtlarındaki kadın kahramanlar, Charlotte von Stein den izler taşır.

Goethe, 1786’da Weimar’dan ansızın ayrılarak İtalya’ya gitti. İtalya onun için bir kaçış ve yeniden doğuştu. Duygusal ve sanatsal geçmişinden koparak kendini yenilemeye kararlıydı. İtalya’da ilk kez Eski Yunan ve Roma sanatını yakından tanıma olanağı buldu.

1794’te yazar Friedrich von Schiller‘le yaşamları boyu sürecek bir dostluk kurdu. Goethe ve Schiller’in dört cilt tutan mektupları Alman edebiyatının bu en verimli dönemine ışık tutar. Her iki yazar da dostluk yılları boyunca verdikleri ürünlerle. Alman edebiyatında Klasik Dönem’in önde gelenleri oldular. Goethe’nin 1770’te başlayarak yaşamının son yıllarına kadar yazmayı sürdürdüğü Faust adlı oyunu, yazarın başyapıtı sayılır.


1824’te ilk bölümü çıkan özyaşamöyküsünün ikinci bölümü Wilhelm Meister’in hat Yılları (Wilhelm Meisters Wanderjahre) 1829’da yayımlandı.

Goethe toplumsal ve teknolojik ilerlemeye, insanlık erdemlerini yadsımadan, doya doya yaşamaya yordu.

Goethe’nin Eserleri

Goethe toplumsal ve teknolojik ilerlemeye, insanlık erdemlerini yadsımadan doya doya yaşamaya inanıyordu. Kafka, Goethe’yi “Hayat üzerine söylenebilecek olan her şeyi söyleyen biri” olarak tanımlamaktadır. Bununla, onun yapıtlarındaki ayrıntı fazlalığına ve felsefi derinliğe dikkat çekmektedir.

Şiirleri

  • Heidenröslein
  • Der Erlkönig
  • Der König in Thule
  • Prometheus
  • Hermann ve Dorothea
  • Mailied
  • Vor Gericht

Dramaları

  • Sevgilinin Keyfi
  • Sevdalıların Çilesi
  • Suça Katılanlar
  • Clavigo
  • Der Triumph der Empfindsamkeit
  • Proserpina
  • Büyük Cophta
  • Yurttaş General
  • Die naturliche Tochter

Roman ve Öyküleri

  • Genç Werther’in Acıları (Roman): Yazarın henüz 25 yaşındayken kaleme aldığı bu eser iç dünyasını ve duygu yüklü yalanı aktarmaktadır. Kısaca konusundan bahsedecek olursak; kitabın kahramanı olan Werther, oldukça duygusal ve tutkulu bir gençtir. Ressamlık yaparak geçimini sağlayan Werther, Charlotte adında genç bir kadınla mutsuz bir ilişki yaşar. Goethe ise karşılıksız aşkın intihara sürüklenmiş yönünü edebiyat dünyasına aktarır. Ancak şiirsel ve yaşama tutkuyla bağlanan anlatımı ile okuyucuyu kendine hayran bırakmıştır.
  • Gönül Yakınlıkları (Roman): Roman türünde olan bu eser daha ziyade felsefi mesajların verildiği bir yapıttır. Bağımlılık, geleneksellik, çağdaşlık, simgesellik, metaforik anlatım, din, inanç, iman, bilim gibi konularda mesajların verildiği başarılı bir eserdir.
  • Alman Göçmenlerin Sohbetleri (Öykü)
  • Öyküler
  • Wilhelm Meister’in Seyahat Yılları (Roman)

Doğa Bilimi Çalışmaları

  • Über den Granit
  • Über den Zwischenkiefer der Menschen und Tiere

"Bir Yazarın Yürekli Kalemi: Victor Hugo"

 


VICTOR HUGO


Victor Hugo, 26 Şubat 1802 yılında Fransa, Besançon'da doğdu. Napolyon'un bir kahraman olduğunu düşünen serbest fikirli bir cumhuriyetçiydi. Annesi 1812'de Napolyon'a karşı komplo kurduğu için idam edilen General Victor Lahorie ile sevgili olduğu düşünülen Katolik bir Kralcıydı.


Victor Hugo'nun çocukluğu ülkede siyasi karmaşıklığın olduğu bir dönemde geçti. Doğumundan iki yıl sonra Napolyon İmparator ilan edilmiş, 18 yaşındayken de Bourbon Monarşisi yeniden tahta geçirilmişti. Victor Hugo'nun ailesinin ters dini ve politik görüşleri Fransa'da egemenlik mücadelesi veren kuvvetleri yansıtıyordu. Hugo'nun babası İspanya'da yenilene kadar orduda yüksek rütbeli bir subaydı.


Babası subay olduğu sürece aile sık sık taşındı ve bu yolculuklar sırasında Hugo pek çok şey öğrendi. Çocukluğunda Napoli'ye giderken geniş Alpler'deki geçitleri ve karlı zirveleri, muhteşem Akdeniz mavisini ve şenlikler yapılan Roma'yı gördü. 5 yaşında olmasına rağmen bu 6 aylık geziyi her zaman aklında tuttu. Aile Napoli'de birkaç ay kalıp doğruca Paris'e döndü.

Hugo'nun annesi Sophie evliliğinin başında kocasına İtalya (Leopold Napoli'ye yakın bir vilayette valiydi) ve İspanya'ya (üç vilayette görev almıştı) kadar eşlik etti. Askeri hayatın getirdiği yorucu yolculuklar ve kocasının inancının zayıflığı nedeniyle ters düşmelerinden dolayı Sophie 1803'te Leopold'dan bir süreliğine ayrılıp üç çocuğuyla Paris'e yerleşti. Bundan sonra Hugo'nun eğitimi ve yetişmesi üzerine eğildi. Bu yüzden Victor Hugo'nun kariyerinin ilk dönemindeki şiir ve kurgu çalışmaları annesinin inancının ve krala bağlılığının yansımasıydı. Ama başını Fransa'daki 1848 Devrimi'nin çektiği olaylar sırasında Katolik Kralcı yanlısı eğitime başkaldırıp Cumhuriyetçiliği ve Özgür düşünceyi desteklemeye başladı.

Gençliğinde aşık oldu ve annesinin isteklerine karşı gelip çocukluk arkadaşı Adèle Foucher (1803–1868) ile gizlice nişanlandı. Annesi ile yakın ilişkisinden dolayı Adèle ile evlenmek için annesinin ölümüne kadar bekledi ve 1822'de evlendi.

Adèle ve Victor Hugo'nun ilk çocuğu Leopold 1823'te doğdu ama doğduktan kısa süre sonra öldü. Sonraki sene kızları 28 Ağustos 1824'te Léopoldine doğdu. Onu 4 Kasım 1826'da doğan Charles, 28 Ekim 1828'de doğan François-Victor, ve 24 Ağustos 1830'da doğan Adèle takip etti.

Victor Hugo'nun en büyük ve en sevdiği kızı Léopoldine, Charles Vacquerie ile evliliğinden kısa süre sonra 19 yaşındayken 1843'te öldü. 4 Eylül 1843'te Seine nehrinde boğuldu. Gemi alabaro olduğundan ağır eteği tarafından dibe doğru çekildi ve kocası Charles Vacquerie de onu kurtarmaya çalışırken öldü. O zaman metresi ile Fransa'nın güneyinde seyahat etmekte olan Hugo kızının ölümünü oturduğu cafede okuduğu bir gazeteden öğrendi. Kızının ölümü Victor Hugo'yu oldukça harap etti.

Sonraları da kızının yaşamı ve ölünmüyle ilgili birçok şiir yazdı. Bir biyografi yazarına göre de bundan asla vazgeçmedi. En ünlü şiiri Demain, dès l'aube kızının mezarına yaptığı bir ziyareti anlatır.

III. Napolyon'un 1851 yılının sonundaki askeri darbesi sebebiyle sürgüne çıktı. Fransa'dan ayrıldıktan sonra, Channel Adaları'na gitmeden önce kısa bir süre Brüksel'de yaşadı. 1852'den 1855'e kadar Jersey'de yaşadı. 1855'te 15 yıl yaşayacağı Guernsey'e taşındı. III. Napolyon 1859'da genel af ilan ettiğinde ülkesine dönme fırsatı elde ettiyse de sürgünde kalmayı tercih etti. Kaybedilen Fransa-Prusya Savaşı'nın sonucu olarak III. Napolyon iktidardan çekilmek zorunda kalınca ülkesine döndü. Paris Kuşatması'ndan sonra hayatının geri kalanını Fransa'da geçirmek için geri dönmeden önce tekrar Guernsey'e taşınıp 1872 ve 1873 arası orada kaldı.

Hugo ilk romanı olan ''Han d'Islande'' evliliğinden bir yıl sonra 1823'te yayımladı. 1826'da da ikinci romanı (Bug-Jargal, 1826) basıldı.

Zamanının çoğu genç yazarı gibi Hugo da, 19. yüzyılda Romantik Akımın ünlü temsilcisi ve Fransa'da edebi alanın önde gelen şahsiyetlerinden olan François-René de Chateaubriand'dan etkilendi. Hatta Hugo gençliğinde Chateaubriand gibi olamayacaksa bir hiç olmaya karar verdi. Hugo'nun hayatı da örnek aldığı kişiyle benzerlikler gösterir. Chateaubriand gibi Hugo da Romantizmin eksikliklerini gidermeye çalıştı, politikaya dahil oldu (genelde bir Cumhuriyet yanlısı olarak) ve siyasi görüşleri nedeniyle sürgün edildi.

Tutkusunu ve belagat yeteneğini ilk dönem eserlerine de yansıtan Hugo bu sayede genç yaşında şöhrete kavuştu. İlk şiir derlemesi Odes et poésies diverses 1822'de Hugo yalnızca 20 yaşındayken yayınlandı ve ona XVIII. Louis tarafından kraliyet maaşı bağlanmasını sağladı. Şiirlerin spontane çoşkusu ve akıcılığı büyük övgü alsa da asıl dört yıl sonra yayınlanan şiir kitabı (Odes et Ballades) Victor Hugo'nun muhteşem bir şair ve kelime kullanma üstadı olduğunu açıkça ortaya koydu.

Victor Hugo'nun kelimenin tam olarak olgun denilebilecek ilk kurgu eseri 1829'da basıldı. Bu eserde Hugo'nun daha sonraki işlerinde de değineceği toplumsal vicdanı keskin bir biçimde inceleniyordu. Le Dernier jour d'un condamné (Bir İdam Mahkumunun Günlüğü) isimli bu roman Albert Camus, Charles Dickens ve Dostoyevski gibi yazarlarda derin bir etki bırakmıştır. Fransa'da idam edilen gerçek bir katilin anlatıldığı kısa öykü Claude Gueux 1834'de basıldı. Bu hikaye bizzat Hugo tarafından sosyal adaletsizlik üzerine başyapıtı Sefiller romanının öncüsü kabul edilir.

Victor Hugo'nun ilk romanı Notre-Dame de Paris (Notre Dame'ın Kamburu) 1831'de basıldığından büyük başarı kazandı ve çabucak Avrupa'daki diğer dillere çevrildi. Eserin etkilerinden biri de Paris şehrini utandırarak romanı okuyan binlerce turistin görmeye geldiği uzun süredir ihmal edilen Notre Dame Katedrali'nin restore edilmesi oldu. Roman ayrıca Rönesans öncesi yapıların da bakıma girmesi konusunda etki etti.

Victor Hugo 1830'ların başında toplumsal sefalet ve adaletsizlik hakkında büyük bir eser üzerine çalışmaya başladı. Ama Sefiller'i tamamlamak tam 17 yıl sürdü ve roman nihayet 1862'de yayınlandı. Hugo romanının kalitesinin kesinlikle farkındaydı ve yayın hakkını da en yüksek teklife verdi. Belçikalı yayınevi Lacroix and Verboeckhoven o zaman için nadir görülen bir pazarlama kampanyasına girişti. Eser hakkındaki basın bültenleri yayından tam altı ay önce sunuldu. Başlangıç olarak romanın ilk bölümü ("Fantine") büyük şehirlerde piyasaya sürüldü. Teslim edilen kitaplar bir saat içinde tükendi ve Fransız halkında büyük etki yarattı.
             


Romana yapılan eleştiriler oldukça düşmancaydı. Hippolyte Taine samimiyetsiz bulmuştu, Barbey d'Aurevilly bayağı olduğundan şikayet ediyordu, Gustav Flaubert'e göre de kitapta ne gerçek vardı ne de cesamet, Goncourtlar yapaylıktan dem vuruyordu, Charles Baudelairegazetede olumlu eleştiriler yazmasına rağmen şahsi olarak "tatsız ve beceriksizce" bulduğunu söylüyordu. Yine de Sefiller vurguladığı sorunların Fransa Ulusal Meclisi'nin gündemine girmesini sağlayacak kadar popüler oldu. Dünya çapında tanınan bir roman oldu ve zaman içinde birçok kere sinemaya, tiyatroya ve sahne gösterilerine uyarlandı.

Tarihin en kısa mektuplaşmasının Hugo ve yayıncısı Hurst and Blackett arasında geçtiği söylenir. Sefiller yayınlandığında Victor Hugo tatildeydi. Kitabın aldığı reaksiyonu merak ederek yayıncısına sadece "?" yazarak bir telgraf gönderdi. Yayıncısı da ona sadece "!" yazarak romanın ne kadar başarılı olduğunu belirtti.

Hugo 1866'da yayınlanan bir sonraki romanı Deniz İşçileri 'nde toplumsal/siyasi sorunlardan bahsetmeye ara verdi. Buna rağmen kitap (belki de önceki romanı Sefiller'in başarısı nedeniyle) ilgiyle karşılandı. Sürgünde 15 yılını geçirdiği Guernsey adasına adadığı bu eserde, insanın denizle mücadelesini ve denizin derinliklerinde saklanan Kalamar hayvanının Paris'te alışılmadık bir şekilde moda oluşunu anlatıyordu. Kalamar yemekleri ve sergilerinden kalamar şapkaları ve partilerine değin Parisliler o zamanlarda pek çok yönden efsanevi olduğu düşünülen bu nadir deniz yaratığının etkisi altına girmişti. Kitabın etkisiyle Guernsey Fransızca'da kalamar anlamında kullanılır oldu.

1869'da basılan bir sonraki romanı Gülen Adam'da (L'Homme Qui Rit) tekrar siyasi ve toplumsal sorunlara döndü. Aristokrasinin eleştirel bir portresinin çizildiği roman önceki eserleri kadar başarılı olamadı ve Hugo kendisini gerçekçi ve natüralist romanlarının ünü kendininkileri aşan Gustave Flaubert ve Emile Zola ile arasındaki farkın açılmaya başlaması konusunda eleştirmeye başladı.

Son romanı Doksan Üç (Quatre-vingt-treize) 1874'te yayınlandı ve Hugo'nun daha önce uzak durduğu bir konu olan Fransız Devrimi'nde meydana gelen Terör Dönemi'ni ele alıyordu. Kitap yayınlandığı zaman Victor Hugo'nun itibarının zedelese de şimdilerde daha fazla bilinen eserleri kadar değerli olduğu düşünülür.

Üç başarısız girişimden sonra nihayet 1841'de Fransız Akademisi'ne seçilebildi. Bir grup Fransız akademisyen, özellikle de Etienne de Jouy, "Romantik Devrime" karşı mücadele ediyordu. Hugo'nun akademiye seçilmesini de geciktirmişlerdi. Hugo daha sonra giderek Fransız siyasetinin içine daha fazla girmeye başladı.

1841'de Kral Louis-Philippe tarafından asilzadeliğe yükseltildi. Ölüm cezası ve toplumsal adaletsizliğe karşı çıkıp Polonya'nın bağımsızlığını ve basın özgürlüğünü savunacağı Soylular Meclisi'ne girdi. Cumhuriyetçi hükümetin destekçisi olup, 1848 Devrimleri ve İkinci Cumhuriyetin kuruluşunu takiben Anayasa Meclisi ve Yasama Meclisi'ne seçildi.

Louis-Napolyon (III. Napolyon) 1851'de askeri darbe yapıp gücü ele geçirince anti-parlamenter bir anayasayı yürürlüğe koydu. Bunun üzerine Hugo da onu vatana ihanetle suçladı. Önce Brüksel'e ardından Kraliçe Victoria'yı eleştiren bir gazeteyi savunduğu için sınır dışı edildiği Jersey'e, son olarak da 1855 Ekim'inden 1870'e kadar kalacağı Guernsey'in başkenti Saint Peter Port'a ailesi ile birlikte taşındı.

Sürgündeyken III. Napolyon'a karşı Napoléon le Petit ve Histoire d'un crime adlı ünlü hicivlerini yayınladı. Hicivler Fransa'da yasaklandı ama buna rağmen etkileri büyük oldu. Guernsey'de sürgünde olduğu sırada aralarında Sefiller'in de olduğu en iyi romanlarını ve oldukça beğenilen üç şiir kitabını (Les Châtiments, 1853; Les Contemplations, 1856; ve La Légende des siècles, 1859) yayınladı.

İngiliz hükümetini terörist faaliyetlerden hüküm giymiş altı İrlandalıyı bağışlama konusunda ikna etti. Bu hareketiyle ölüm cezasının Cenova, Portekiz ve Kolombiya anayasalarından çıkarılmasına katkıda bulundu. Ayrıca Benito Juárez'e I. Maximiliam'ı bağışlaması için ikna etmeye çalışsa da başarılı olamadı. Ayrıca arşivinden çıkan bir mektupta ABD'ye gelecekteki itibarının zedelenmemesi için John Brown'ın hayatının bağışlanması gerektiğini yazdıysa da, mektup Brown infaz edikten sonra yerine ulaşabildi.

III. Napolyon 1859'da bütün siyasi sürgünler için genel af ilan etse de, Hugo bunun hükümete karşı eleştirilerinde daha yumuşak olmasına sebebiyet vereceğini düşünerek dönmeyi reddetti. III. Napolyon düşüp Üçüncü Cumhuriyet ilan edildiğinde nihayet 1870'te vatanına döndü ve çabucak Ulusal Meclise seçildi.

1870'te şehrin Prusya tarafından kuşatıldığı sırada Paris'teydi. Halka yemeleri için Paris hayvanat bahçesindeki hayvanlar veriliyordu. Kuşatma uzadıkça yemekler de azalıyordu. Hugo günlüğünde bilmediği şeyleri yemek zorunda kaldığını yazıyordu.

Sanatçıların hakları ve telif hakkı hakkında duyduğu endişe sebebiyle Uluslararası Edebiyat ve Sanat Derneği'ni kurdu. Bu dernek Edebi ve sanatsal eserlerin korunmasına dair Bern Konvansiyonu'nun da önünü açtı. Yine de Pauvert tarafından yayınlanan arşivlerinde "Her sanatta iki yaratıcı vardır; karışık duyguların sahibi insanlar ve bu duyguları tercüme eden sanatçılar, ve böylece insanlar sanatçıların kendi duygularına bakış açılarını takdir ederler. Yaratıcılardan biri öldüğünde verilen imtiyazlar diğerine geri dönmeli, yani halka" şeklinde görüşünü açıklıyordu.

1870'te Paris'e döndüğünde Hugo halk tarafından ulusal bir kahraman olarak selamlandı. Popüleritesine rağmen 1872'de Ulusal Meclise giremedi. Kısa bir zaman zarfı içerisinde hafif bir felç geçirdi, kızı Adèle akıl hastanesine kapatıldı (hayat hikayesi(The Story of Adele H. filmine ilham kaynağı oldu) ve iki oğlu öldü. Karısı Adèle de 1868'de ölmüştü.

Kendi ölümünden iki yıl önce 1863'te sadık metresi Juliette Drouet öldü. Kişisel kayıplarına rağmen yine de siyasetin içinde yer aldı. Yeni oluşturulan senatoya 30 Ocak 1876'da seçildi. Siyasi kariyerinin son demleri başarısızlıklarına sahne oldu. Partisiyle pek uyumsuzdu ve kısa sürede senatodan ayrıldı.

27 Haziran 1878'de hafif bir felç geçirdi. Şubat 1881'de 79. doğumgününü kutladı. Sekseninci yaşı için kutlamalar yapıldı. Kutlamalar Şubatın 25'inde Hugo'ya bir Sèvres vazosu hediye edilmesiyle başladı. Ayın 27'sinde ise Fransa tarihnin en büyük geçit törenlerinden biri yapıldı.

Gösteriler yaşadığı yer Avenue d'Eylau'dan başlayıp Paris'in merkezine kadar yayıldı. Geçit törenindeki yürüyüşçüler evinin penceresinde oturan Hugo'nun onuruna altı saat yürüdü. Törendeki her santim ve detay Hugo içindi; resmi rehberler bile Sefiller'deki Fantine'nin şarkısına bir gönderme olarak peygamber çiçeği takmışlardı. Ayın 27'sine gelindiğinde Avenue d'Eylau'nun adı Avenue Victor-Hugo olarak değiştirildi. Yazara gönderilen mektuplarda bile artık « Bay Victor Hugo'ya, Onun Paris'teki caddesine » şeklinde adres belirtiliyordu.

Victor Hugo 22 Mayıs 1885 tarihinde zatürreden dolayı Paris'te öldü. 


Ülkeye bir yas havası hakim oldu. O sadece saygı duyulan önemli bir edebi figür değil aynı zamanda Fransa'da Üçüncü Cumhuriyet'e ve demokrasiye yön veren bir devlet adamıydı. Zafer Takı'ndan gömüleceği Panthéon'e kadar götürüldüğü Paris'teki cenaze törenine iki milyondan fazla insan katıldı. Hugo, Panthéon'da Alexandre Dumas ve Emile Zola gibi önemli yazarlarla aynı yerde yatıyor. Fransa'da pek çok büyük yere onun adı verildi.

Victor Hugo ölmeden önce arkasında son sözleri olarak yayınlanacak beş cümle bıraktı;

"Fakirlere 50.000 frank bırakıyorum. Mezarlığa onlara mahsus cenaze aracı ile nakledilmek istiyorum. Hiçbir kilisenin benim için ayin yapmasını istemiyorum. Bütün ruhlardan benim için dua etmelerini rica ediyorum. Tanrıya inanıyorum."


Victor Hugo'nun Eserleri;

Şiir:

  • Doğulular
  • Cezalar
  • Dalıp Gitmeler
  • Müthiş Fil
  • Dede Olma Sanatı
  • Bu Çiçek Senin İçin
  • Diana
  • Dilenci
  • Fransa
  • Kadına Sitem
  • Gelin Böceği
  • Ağlamak İçin Gözden Yaş mı Akmalı
  • Sonbahar Yaprakları
  • Asırların Efsanesi
  • Söylesem Söyleyebilsem Ah Derdimi
  • Aşk Dilencisi
  • Aşkımın Aşkı

Tiyatro

  • Lucreca Borgia
  • Ruy Blas
  • Burgrave'lar
  • Hernani
  • Kral Eğleniyor
  • Mary Tudor

Roman

  • Notre Dame'ın Kamburu (1831, 1958)
  • Sefiller (1862, 1930)
  • İdam Mahkumunun Son Günü (1829, 1972)
  • Deniz İşçileri (1866, 1970)
  • İzlanda Hanı
  • 15 Yaşındaki Bir Kaptan
  • İhtiyar Balıkçı
  • Nişanlıya Mektuplar

Politika:

  • Doksan Üç İhtilali (1874, 1962) - 1973 Devrimi (1967) - Doksan Üç (1985)

"Bir Yazarın Portresi: Stefan Zweig'in Edebiyatındaki İnsanlık Hali"




 STEFAN ZWEİG


Stefan Zweig, 28 Kasım 1881’de Viyana’da dünyaya gelir. Babası kumaş tüccarı Moritz Zweig, annesi ise zengin bir tüccar ailesi olan Brettauer ailesinin kızı Ida Zweig idi. Zweig’ın doğum yeri olan Schottenring, Viyana’nın ünlü bulvarlarından biridir. Erkek kardeşi Alfred ile görkemli bir apartmanda mutlu ve rahat bir çocukluk geçirir.

Zweig ailesi dindar bir aile değildir. Nitekim Zweig ileride kendisini, bir rastlantı sonucu Yahudi diye tanımlar. Lise öğreniminin ardından, 1899 yılında Viyana Üniversitesi’nde Felsefe ve Edebiyat Bilimleri yüksek öğrenimine başlar. Edebiyata yatkın olduğunu 1901’de yayınlanan Gümüş Teller adlı şiir kitabıyla kanıtlar. Bir yıl sonra Viyana’nın büyük gazetesi Neue Freie Presse’ye edebiyat üzerine makaleler yazmaya başlar. Burada gazeteci Theodor Herzl ile tanışır. Genç Zweig’ın yeteneklerini sezen Herzl, onun ilk öykülerinden biri kabul edilen Yürüyüş’ü yayınlar.

Stefan Zweig 1904’te yayınlanan Erika Ewald’ın Aşkı öyküsüyle daha fazla tanınmaya başlar.

”Hayatın karanlık zorbalığını çoktan tatmış olduğunu düşünüyordu ve güçlü güvenini de bu bilinç üzerine kurmuştu; oysa şimdi bu güven gerçekler karşısında, tıpkı öfkeli bir yumruğun altında kalan oyuncak gibi paramparça olmuştu… Bir yerlerden ağır, ölçülü vuruşuyla bir saatin tik takları duyuluyordu; acımasız zamanın sert adımları gibi.” (Erika Ewald’ın Aşkı)

Fransızca’dan Almanca’ya Paul Verlaine, Baudelaire ve Èmile Verhaeren’in yapıtlarını çevirir. 1906 yılında yayınlanan ikinci şiir kitabı İlk Çelenkler’le Bauernfeld Ödülü’nü kazanır. 1905 – 1909 yılları arasında uzun yolculuklara çıkar, İspanya, Cezayir, Seylan ve Hindistan’ı ziyaret eder. 1910 – 1911 yıllarında Amerika Birleşik Devletleri’ne, Panama’ya, Küba’ya, Kanada’ya ve Meksika’ya gider. Bu yolculuklar sırasında değişik ülkelerden değişik sanatçılar ve edebiyatçılarla dost olur.

1914’te başlayan I. Dünya Savaşı yıllarında Viyana’daki Savaş Arşivi’nde göreve alınır. Genç yazar ilk yıllarda savaşa coşkuyla bakar, fakat kısa süre sonra hatasını kavrar. Aslında savaş karşıtı ve barışsever Zweig, I. Dünya Savaşı yıllarında doğar. İnsanlığı merkezine almış olan hümanizm anlayışını benimser. “Adil olmayan bir barış bile, en haklı savaştan daha iyidir” sözüyle de vurguladığı gibi, Zweig her daim uzlaşmadan ve barışçıllıktan yana olur, Avrupa’nın tecrübe ettiği savaşı çok saçma ve acımasız bulur.

1917 yılında terhis olur ve Viyana Neue Freie Presse gazetesinin muhabiri olarak Zürih’e yerleşir. İki yıla yakın İsviçre’de yaşayan Zweig, 1917’de Salzburg’da 1933’e kadar yaşamının en mutlu yıllarını geçireceği büyük villayı satın alır. 1920’de ise sekiz yıldır yakından tanıştığı Friderike von Winternitz ile Viyana’da evlenir. Salzburg yıllarındayken mesleğinde doruğa ulaşır. En güzel eserlerini o iki katlı, ağaçlar arasına gizlenmiş villada yazar. Amok Koşucusu, Hölderlin – Kleist – Nietzsche, İfritle Savaş, Korku, Leporella, Kitapçı Mendel Salzburg’da yarattığı sayısız eserden sadece birkaçıdır.


Zweig, 1922 tarihli Amok Koşucusu eserinde, doktor olarak yardıma ihtiyaç duyan bir insana el uzatmanın vicdani yükümlülüğüyle kendi karmaşık duyguları arasında sıkışıp kalan bir adamın hikayesini anlatır. Hollanda Doğu Hint Adaları’nda görev yapan bir doktor, dara düşüp kendisine başvuran çok zengin bir kadının yardım talebini geri çevirir. Zira kadının mağrur ve hesapçı tavrı karşısında büyük bir öfkeye kapılır, gururuna yenik düşer.

”Çünkü akşam ağırdan alır. Öğle zamanı gibi küstahça pencereden içeri bakmaz, duvarlardan karanlık sular gibi fışkırır, tavanı boşluğa doğru kaldırır, her şeyi yavaş yavaş alıp sessiz sularının içine karıştırır. Anlayabiliyor musunuz? Anlayabiliyor musunuz? Benim anlayamadığım şey; bir insan nasıl saatler boyunca hayatta kalır, neden ölenle birlikte ölmez, nasıl ertesi sabah kalkıp dişlerini fırçalar ve boyun bağını takar, benim hissettiğim şeyi hissettikten sonra nasıl normal yaşamına devam edebilir?” (Amok Koşucusu)

1922 tarihli Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu adlı uzun öyküsünün kahramanı olan kadın, yıllarca içinde büyütüp izini sürdüğü erkeğe yazdığı mektubuna ”Beni hiç tanımamış olan sana…” diye başlar. Eserin başkahramanı olan meçhul kadın mektubunda, on üç yaşından itibaren ölümüne kadar olan tutkulu aşkını anlatır.  Zweig’ın eserlerinde kişilerini Bay E. veya Bay R. olarak adlandırdığına tanık oluruz. Normal bir isim yerine kullanılan bu harflerin gizemini belki de hayatındaki ifade edemediği, dışa vuramadığı duyguları veya hissettiği politik baskıdan doğan engeller olarak algılamak mümkündür. Yazarın, bu tür isimler kullanarak varoluş kaygısı taşıdığı düşünülebilir ve kaleme aldığı eserler incelendikçe bu kaygının temalara da yansıdığı görülmektedir.

”Ey Sevgili, benim için, o çocuk için, ne kadar harika, ne kadar gizemli olduğunu anlıyor musun? O yaşta, büyük alemde kitap yazdığı, meşhur olduğu için saygı duyulan bir insanın, birdenbire genç, şık, bir oğlan çocuğu gibi neşeli, yirmi beş yaşında bir adam olduğunu keşfettikten sonra, evimizde, zavallı çocuk dünyamın tümünde beni senden başka hiçbir şeyin ilgilendirmediğini, on üç yaşındaki bir kızın, müthiş bir inatla, delice bir ısrarla senin hayatınla, senin varlığınla uğraştığını sana söylememe gerek var mı?” (Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu)

1925 tarihli Kendileriyle Savaşanlar’da Hölderlin, Kleist ve Nietzsche’nin yaşamöykülerini anlatır. Zweig, Hölderlin, Kleist ve Nietzsche’nin yaşamöykülerini, çağdaşları Goethe’nin hayatından kesitlerle birlikte ele alır.

”Hölderlin, Kleist ve Nietzsche’de ilk göze çarpan şey onların dünyayla olan bağlantısızlıklarıdır. Şeytan, Faust’ta bulduğu kişiyi gerçek hayattan koparıp atar. Üçünün de karısı ve çocuğu yoktur (tıpkı kan kardeşleri Beethoven ve Michelangelo gibi), evleri ve servetleri yoktur, sürekli bir meslekleri, güvenli bir makamları yoktur. Göçebe tabiatlıdırlar, dünya üzerinde başıboşturlar, toplum dışında, garip, hor görülen insanlardır ve tümüyle anonim bir varoluş sürdürürler. Dünyevi hiçbir şeye sahip değillerdir: Ne Kleist, ne Hölderlin, ne de Nietzsche kendine ait bir yatağa sahip oldu, hiçbir şey onların malı değildi, kiralık iskemlelerde oturup kiralık masalarda yazdılar ve yabancı bir odadan diğerine dolaşıp durdular.” (Kendileriyle Savaşanlar: Hölderlin, Kleist ve Nietzsche)



1927’de yazdığı insanlığın gelişimine ve dünya tarihine yön veren 12 tarihsel olayı anlatan kısa öykülerden oluşan Yıldızın Parladığı Anlar yapıtı ise deneme konusundaki ustalığını kanıtlar niteliktedir.

”Temkinli Murat’ın yerine bu genç, bu ihtiraslı ve şöhret ateşiyle kavrulan Mehmet’in Türklere sultan olduğu haberi, Bizans’ı dehşete düşürüyor. Zira yüzlerce casustan öğrenilmiştir ki, zafer ihtirası ile tutuşan bu adam, dünyanın bir zamanlar ki başkentini ele geçirmek için ant içmiştir. Genç yaşına rağmen gündüzlerini olduğu kadar gecelerini de, hayatının en büyük amacı olan bu işin uygulanması için askerî planlar yapmakla geçirmektedir. Yine aynı zamanda bütün haberlerin hep bildirdiğine göre yeni padişahın askerlik ve politika alanındaki kabiliyeti de eşsizdir. Mehmet, aynı zamanda hem dindar, hem acımasızdır. İhtiraslı olduğu kadar da katı yüreklidir. Bir bilim ve sanat adamıdır da; Sezar’ın ve Romalıların hayatlarını Latince aslından okur. Bu kibar ve hülya dolu bakışlı, keskin ve hırçın burunlu adam yorgunluk bilmez bir işçi, gözü pek bir asker ve çok dikkatli bir diplomat olduğunu göstermekte ve bütün bu tehlikeli özelliklerini aynı düşünce üzerinde yoğunlaştırmaktadır.” (Yıldızın Parladığı Anlar – Bizansın Fethi) 


1923’te tanıştığı Maksim Gorki ile uzun uzun mektuplaşır. Gorki’nin 1927’de ülkesine dönmesinin ardından, Zweig 1928’de Sovyetler Birliği’ne davet edilir. Kitapları Rusça’ya çevrilir. Jeremias, Yoksulluğun Kuzusu, Volpone ve Deniz Kıyısındaki Ev gibi başarılı tiyatro eserleri de kaleme almış olan Zweig o yıllarını ilerde şöyle anlatır: 

”I. Dünya Savaşı’ndan sonra o küçük kentin kasvetli manzarasını anımsayıp damından yağmur suları akan evimizde soğuktan titreştiğimizi düşündükçe, barış yıllarının değerini daha iyi kavrıyorum. Dünyaya ve insanlara inanmamıza izin vardı o yıllarda.”

1933 yılında iktidara gelen Nazilerin Avusturya’yı da ele geçireceklerini anlayan Zweig, 1934’te İngiltere’ye göç eder. Yahudi olmak, yaşamının büyük bölümünde hiç ön plana çıkmamıştır. Avusturyalı kimliği ise idari bir formaliteden öteye gitmemiştir. Ta ki Avusturya pasaportu iptal edilip İngiliz makamlarından pasaport yerine geçen beyaz bir kâğıt, vatansızlara verilen bir pasaport rica etmek zorunda kalıncaya kadar. Zweig daha düne kadar dünyanın her köşesinden gelen gelirini harcadığı, vergisini ödediği, yabancı bir konuk, bir beyefendi olduğu İngiltere’de bir anda bir göçmen, bir sığınmacı durumuna düşer. Burada kaldığı yıllarda kendisiyle aynı yazgıyı paylaşanların durumunu şöyle özetler:

 ”Özgür bir insan olarak doğmamıza rağmen, özne değil birer nesneydik ve artık hiçbir şey hakkımız değil, sadece resmi makamların bize verdiği bir lütuftu.”

Stefan Zweig, tarihte önemli adımlar atan değerli kişilerin hayatlarının yazılması gerektiği düşüncesine sahiptir, bu Sigmund Freud ve psikoloji biliminden etkilenmesi sonucu ortaya çıkmış bir durumdur. Zweig’ın bazı eleştirmenler tarafından bir psikolog olarak nitelendirilmesi, biyografik yapıtlarındaki psikolojik betimlemelerin üstlendiği işlevi net bir şekilde ortaya koyması açısından önemli görülür. Zweig’in biyografilerini farklı kılan, diğer biyografik çalışmalardan ayıran onun psikolojik-psikanalitik betimlemelerindeki başarısıdır. Yazar, Tanrısal bir anlatıcı konumuyla roman kişilerinin bilinçaltını okur. Yapıtlarının büyük bir çoğunluğunu biyografi türünde yazmış olan Zweig, bu alan sayesinde başarısını zirveye taşımıştır. Onun biyografi alanındaki başarısındaki önemli etkenlerden biri olarak güçlü bir empati yeteneğine sahip olması gösterilir. Yazarın, farklı kişilerin biyografisini yazarken büyük bir başarı elde etmesi ve başkasının acısını kendi içerisinde hissetmesi aynı zamanda başkası ile acı çekme yeteneğine sahip olduğu ile ilişkilendirilir.


Biyografilerinden en çok ses getirenleri şunlardır: Rotterdamlı Erasmus, Montaigne, Maria Antoinette, Romain Rolland, Macellan, Fouche, Üç Büyük Usta: Balzac, Dickens, Dostoyevski, Kendileriyle Savaşanlar: Hölderlin, Kleist, Nietzsche, Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar: Casanova, Stendhal, Tolstoy.

”Montaigne, bilgeliğin sırrını, amaca uygun formülleri arayan filozoflardan değildir. Herhangi bir dogmayı ya da öğretiyi istemez; katı iddialardan hep korkar: “Hiçbir şeyi serinkanlılıkla iddia etmemek, hiçbir şeyi de bir çırpıda yadsımamak.” Montaigne, hiçbir hedefe doğru ilerlemez. Onun pensée vagabonde’una (avare düşüşüne) uygun düşen her yol, aynı zamanda doğru yoldur.” (Montaigne)

”Balzac, okul arkadaşlarının aklında sadece şişko, dolgun yanaklı, kırmızı suratlı bir oğlan olarak kalmıştır; ancak onların anlattıkları sadece dış görünüşüyle ilgili şeyler olmaktan ya da doğruluğu kuşku götürür birkaç anıdan öteye gitmez. Louis Lambert’in yaşamöyküsel izler taşıyan sayfaları ise dâhi olan ve dâhiliğinden dolayı iki kat fazla acı çekmiş bir çocuğun trajik içsel yaşamını çok daha sarsıcı bir biçimde gözler önüne sermektedir.” (Balzac)

1936’da tüm kitapları Almanya’da yasaklanan ve II. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle İngiliz vatandaşlığına geçen Zweig, Londra’dan ayrılıp önce New York’a, sonra sırasıyla Arjantin’e, Paraguay’a, sonunda da Brezilya’ya gider. Aynı günlerde İngiliz vatandaşlığına kabul edilir. 1938 yılı Zweig’a yaşamında önemli değişiklikler getirir. Eşi Friderike’den boşanır, çok sevdiği  annesi Viyana’da ölür. Naziler’in Avusturya’ya girmesiyle vatanı dünya politikasından silinir.

1939 yılında kendisinden 27 yaş küçük sekreteri Charlotte (Lotte) Altmann ile evlenir. Ancak vatansız biri olarak sürgünde yaşamanın ne kadar zor olduğunu Brezilya’da sürgündeyken 1942’de yayımlanan, anılarından oluşan ve kendi kuşağının yaşadıklarını anlattığı, bir roman kadar sürükleyici olan Dünün Dünyası, Bir Avrupalının Anıları adlı eserinde şu sözleriyle anlatır:

”Sürgünün her biçimi kaçınılmaz olarak insanın dengesini alt üst ediyor. İnsan kendi topraklarının üzerinde değilse, normal davranışından uzaklaşıyor, güvenini kaybediyor, kendinden kuşku duymaya başlıyor. Yabancı belgelerle ya da pasaportlarla yaşamaya başladığım günden beri kendi benliğimle tam bir uyum içinde olmadığımı itiraf etmekten çekinmiyorum. Asıl ve kendi ben’imde doğal olan bazı şeyler sonsuza dek yok oldu. Doğamda var olandan daha çekingen oldum ve – bir zamanlar kozmopolit kişiliğe sahip olan ben – yabancı bir ülkenin havasını her soluyuşumda sürekli minnettar olmam gerektiği duygusundan kurtulamıyorum. (…) Hayır, elli sekiz yaşında bir insan olarak pasaportumun elimden alındığı gün, insanın yurtsuz kaldığında etrafı çevrili bir vatandan çok daha fazla şeyini kaybettiğini anladım.” 

Stefan Zweig’in Brezilya’da sürgünde olduğu bir dönemde kaleme aldığı, 1941’de yayımlanan son, ancak en önemli eseri Satranç’ta satranç oyunundan yararlanarak savaş döneminde bireylerin tüm olumsuzluklara rağmen ayakta kalma ve varolma mücadelelerine dair yaşanan süreci aktarır. Satranç hikayesi, karakterlerin davranışlarından hareketle psikolojik tahlillere yer veren bir hikayedir. Eserde, savaş döneminde Naziler tarafından tutuklandıktan sonra yurtsuzluğa mahkûm edilen bir karakterle dünya satranç şampiyonu olan bir karakterin satranç mücadelesi ele alınır. Hikayenin belki de en önemli özelliği, kurgu kişilerle gerçek kişiler arasındaki paralelliklerdir. Satranç okunduğunda, yazarın adeta kendisini anlattığı görülür ve hem kitaptaki karakterin hem de yazarın hazin sonu da birbirine benzer özellikler gösterir.

”Bu boşlukta, zamansızlıkta geçen bir dört ayın ne kadar sürdüğünü hiç kimse bir başkasına da kendine de anlatamaz, ölçemez, gözünde canlandıramaz; insanın çevresindeki bu hep aynı hiçliğin, bu hep aynı masa, yatak, leğen ve duvar kâğıdının ve hep aynı suskunluğun, insana bakmadan yemeğini içeri iten hep aynı gardiyanın, insanı çıldırtana kadar boşlukta dönüp duran hep aynı düşüncelerin insanı nasıl yiyip bitirdiğini ve yıktığını kimse kimseye anlatamaz.” (Satranç) 


Stefan Zweig, 16 ve 17 Haziran 1940 tarihli günlüğünde ;

”Hayatlarımız on yıllarca düzelmeyecek, benim önümdeyse on yıllar yok. Olmasını da istemiyorum (…) Bitti. Avrupa’nın işi bitti, dünyamız çökertildi. İşte şimdi tam anlamıyla vatansızız (…) Yıkıldım. Fransa, Avrupa’nın bu sevimli ülkesi mahvoldu, yıkılışı yüzyıllarca düzelmeyecek, kimin için yazacağım, ne için yaşayacağım”
şeklinde dillendirdiği ruh haliyle vatansız kalmayı, ayağını bastığı zeminin altından kayıp gitmesi olarak algılar ve sadece bedeninin tutunacağı bir mekanın yitip gitmesinden değil, ruhunun da dünyaya asılı kalmasından duyduğu huzursuzluğu yaşamaktansa ölmeyi tercih eder. 

Stefan Zweig eşi ile 23 Şubat 1942 tarihinde sabaha karşı Brezilya’nın küçük dağ kenti Petropolis’in Rua Gonçalves Dias adresindeki bahçeli küçük evde intihar ederek yaşama veda eder, arkasında ise şu satırları bırakır:

”Kendi isteğimle ve bilinçli olarak hayattan ayrılmadan önce, son bir görevi yerine getirmeye kendimi mecbur hissediyorum. Bana ve çalışmalarıma, böyle iyi ve konuksever şekilde kucak açan harikulade ülke Brezilya’ya içtenlikle teşekkür etmeliyim. Her geçen gün, bu ülkeyi daha çok sevmeyi öğrendim ve benim lisanımın konuşulduğu dünya, bana göre mahvolduktan ve manevi yurdum Avrupa’nın kendi kendisini yok etmesinden sonra, hayatımı yeni baştan kurmayı daha fazla isteyebileceğim başka bir yer yoktu. Ama 60 yaşından sonra, yeni baştan başlamak için özel güçlere ihtiyacım vardı. Benim gücüm ise, uzun yıllar süren yurtsuz göçüm sırasında tükendi. Böylece, ruhsal çalışması her zaman en büyük sevinci, bireysel özgürlüğü dünyanın en büyük nimeti olan bu hayatı, zamanında ve dimdik sona erdirmek bana daha doğru görünüyor. Bütün dostlarımı selamlarım! Umarım, uzun gecenin ardından gelecek sabahı görebilirler! Ama ben aşırı sabırsızım, bekleyemeyeceğim o sabahı.”

"Gerçekten istemenin yazarı: Paulo Coelho"


PAULO COELHO


Paulo Coelho, 1947 senesinde Brezilya'da dünyaya geldi.

Eğitimine San Ignacio'daki ilkokulda başladı. İlk edebi ödülünü okulundaki bir şiir yarışmasında aldı.

Yazarlığa başlamadan önce, ülkesinde tanınan bir şarkı sözü yazarı olan Coelho, ilk kitabını 1987 senesinde yayımladı.

Hac (Pilgrimage) adlı kitabında, Hıristiyanların Batı Avrupa'dan başlayıp İspanya'da Santiago de Compostela kentinde sona eren geleneksel hac yolculuğunu anlattı.

1988 senesinde yayınlanan Simyacı adlı kitabı onun en başarılı kitabı oldu.  42 ülkede yayınlanan, 26 dile çevrilen Simyacı, benzersiz bir başarıya ulaştı ve bu kitap sayesinde Gabriel Garcia Marquez'den sonra en çok okunan Latin Amerikalı yazar oldu. Ayrıca Simyacı “Yaşayan bir yazara ait en çok tercüme edilen kitap” olarak Guinness rekorlar kitabına girdi.

Yazar, edebi hayatının yanı sıra karısıyla birlikte kurdukları Paulo Coelho Enstitüsü'nde ülkesindeki yoksul çocuk ve yaşlılara yardım etti, 2002 senesinde Brazilian Academy of Letters'a üye kabul edildi, 1979'daki İslami Devrim'den sonra İran'a fikir alışverişi için davet edilen ilk Müslüman olmayan yazar oldu.

Bir dönem ailesi tarafından akli dengesi bozuk sanılan Coelho, üç kere akıl hastahanesine gönderildi. "Veronika Ölmek İstiyor" isimli romanını da bu dönemdeki tecrübelerinden yola çıkarak yazdı.

Coelho aynı zamanda Unesco'nun "Kültürlerarası Diyaloglar" programında danışman olarak görev yapmaktadır. 



Paulo Coelho'nun Sözleri

Cesur ol, risk al. Hiçbir şey deneyimin yerini tutamaz.

Ağızlar açılmıyorsa, söylenecek önemli bir şey var demektir.

Başarı nedir? Her gece başımızı yastığa koyduğumuzda, huzurla uyuyabilmektir.

Birinin gerçek yüzünü görmek istiyorsan, Kendisine hiçbir iyiliği dokunmayan birisine nasıl davrandığına bak.

Bizi en çok yaralayabilenler sevdiklerimizdir.

İnsan fırsatların gelmesini bekler, fırsatlar da insanın gelmesini. Fırsatlar bekler, insanlar bekler. Kazanan hep "mazeret" olur.

Kabul ediyorum! En büyük hatam, yüzüme gülen herkesi, kendim gibi sanmamdı.

Kitap, okuyucunun zihninde canlanan bir filmdir. Filmleri izledikten sonra "Ah, kitap daha iyi" deyişimizin nedeni budur.

Ok ancak geri çekerek atılır. Hayat seni zorluklarla geri çekiyorsa, seni daha büyük bir şeye fırlatacağı içindir. Nişan almaya devam et.

 

Simyacı:

Eğer buraya gelirsen, saklı bir hazine bulacaksın.

Kalbin neredeyse hazineni bulacağın yer oradadır.

Yaşamdaki basit şeyler en sıradışı olanlardır; sadece bilge kişiler onları anlayabilir.

 

Brida:

Yolunu bulduğunda korkmamalısın. Hatalar yapmak için yeterli cesaretin olması gerekir. Hayal kırıklığı, yenilgi ve umutsuzluk Tanrı’nın bize yolu gösterme araçlarıdır.

 

Işığın Savaşçısının El Kitabı:

Işığın savaşçıları mükemmel değildir. Onların güzelliği bu olguyu kabul etmelerinde ve hâlâ gelişmeyi ve öğrenmeyi istemelerindedir.

 

Zahir:

Benim dünyamda, her şey olanaklıdır ve her şey görecelidir.

 

Elif:

Geçmiş ve gelecek sadece zihnimizdedir. Oysa şu an, her ne kadar şimdi ise de, zamanın dışındadır, o sonsuzdur. Hindistan’da, onun yerine koyacak daha iyisini bulamadıklarından Karma sözcüğünü kullanırlar.

O geçmişte yaptığınız bugüne etki edecek bir şey değildir. O şu anda yaptığınız bedelini vererek geçmişi geri alacağınız ve sonra da geleceği değiştirebilecek olduğunuzdur.

 

TÜRKÇEYE ÇEVRİLMİŞ KİTAPLARI

  • Elif
  • Simyacı
  • Beşinci Dağ
  • On Bir Dakika
  • Kazanan Yalnızdır
  • Işığın Savaşçısının Elkitabı
  • Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum ve Ağladım
  • Akra'da Bulunan Elyazması
  • Veronika Ölmek İstiyor
  • Şeytan ve Genç Kadın
  • Portobello Cadısı
  • Aldatmak
  • Casus
  • Brida
  • Zahir
  • Hac





 

"MARK WOLYNN - Seninle Başlamadı Kitap İncelemesi"

Bu kadar karmaşık olan bu konuları gayet basit, samimi, etkileyici, ve sıcak bir dille yazması, Mark Wolynn 'un bilgisi karşısındaki ha...

Bu Ay En Çok Okunanlar